Tuesday 31 January 2012

Üzülmeyi Hak Etmek mi Gerekir?

Deli gibi mutsuz, ve manyak gibi depresyonda olabilirim.
Peki neden?
Eğer bu "Neden" sorusuna verilebilecek doğru düzgün bir cevabım yok ise - ki yok- burada kendime işkence etmeye başlıyorum. Benden maddi ve manevi olarak çok daha kötü durumda olanları düşünüyorum. En yakın arkadaşından kazık yemiş olanları, parasız pulsuz sokakta kalanları, sevdiğini ölüme verenleri falan düşünüyorum. Onların içinde benim gibi derin duygusal çöküntüler yaşamayan insanların da olduğunu biliyorum. Peki onlar bu kadar üzülmez iken ben sadece yalnız olduğum için bu kadar üzülmeyi, bu kadar mutsuz olmayı nasıl kendimde hak görebilirim. Bu düpedüz şımarıklık. Allah daha beter dert vermesin diyip oturmam gerekiyor aşağı. Ama duygularını mantık ve akılla bir yere kadar manipüle edebiliyorsun işte.

Zaten mutsuzken yapılabilecek en kötü şeylerden biri herhalde bu mutsuzluğu bile yaşayamamak. Duygularını yanındakilerden saklamak. İşe gidip, annene gidip, okula gidip mutsuz değilmiş gibi yapmak. Ama bundan daha da kötüsü bu mutsuzluğu kendinden saklamaya çalışmak olsa gerek. Kendine bu mutsızluğu yaşama hakkı vermemek daha doğrusu. Ama dediğim gibi mutsuzluğu yok etmiyor, sadece kendi bilinç seviyenden bile saklıyorsun bu durumda. Ya da saklayamıyorsun. Bu durumda kendi içinde bir anne ve bir çocuk yaratıyorsun. Anne çocuğa bağırıyor: "Ağlama dedim sana, kendi düşen ağlamaz, sızlanmaya hakkın yok senin, ağlama çarparım bi tane" bunları söylerken de iki eli ile çocuğun omuzlarından sallıyor onu. Çocuk, ağladığı her ne ise, onun üzerine bir de azarlanmanın üzüntüsünü yaşıyor. "Ama ağlamamı kontrol edemiyorum ki" diye sessizce ve hıçkırıklar içinde konuşmaya çalışırken suratına yediği şamarın etkisiyle sessizliğe bürünüyor. Artık dudaklarını kapatarak, nefesini hıçkırmamak için sıkarak, ara ara kesik ve derin nefesler alarak ağladığını belli etmemeyi, ağlamayı kontrol etmeyi yazık ki öğreniyor.

Peki üzülmeyi hak etme için ne yapmak lazım. Bir uzvunu mu kaybetmeli insan, ya da sokakta mı kalmalı, tecavüze mi uğramalı kahrolur derecede üzülebilmek için. Mutsuzluğu hak mı etmek lazım.

Bir skala dağıtılsın. Mutsuzluk ölçülsün ve bir birimi olsun mesela. "Mtz". 0-100 arası bir değeri olsun. Birisi babasını kaybettiğinde 50-80 Mtz arası üzülsün. İşsiz kaldığından 10-30 Mtz arası. Yalnızlıkta da en fazla 20Mtz üzülsün normal bir insan. Peki merak ediyorum; babasını kaybetmiş biri ile arabası ile kaza yapmış birinin, ya da bir sınavdan kalan ve onu en yükseğin bir altı puanla geçen iki öğrencinin mutsuzlukları eşit olamaz mı. Kısacası birinin çok kötü bir olay için hissettiği mutsuzluk derecesini, ben, çok da kötü olmayan bir olay karşısında da hissedebilir miyim? Cevap "Evet". İyiki mutsuzluğun bir birimi yok, yoksa saçman sepelek olaylara 99Mtz civarında üzüntüler duyduğum belgeleneilirdi.

Bunu en iyi çocukların üzüntülerine bakarak da görebiliriz. Bir çocuk oyuncağı kırıldığı zaman etinden et koparılır gibi hıçkıra hıçkıra ağlayabilir. Bu mutsuzluk, muhtemelen bizim bir iş yerinden kovulduğumuzda duyacağımız mutsuzluk ile eşdeğerdir. Olaylar arasında dağlar kadar fark olsa da hissedilen üzüntü derecesi aynıdır.

Toparlamak gerekirse, Mutsuzluğumuzu kendimizi telkin ederek azaltmaya çalışmamız sağlıklı bir davranış olsa da, bunu yaparken kendimizi daha da hırpalamamaya özen göstermeliyiz. Mutsuzluk da, üzülmek de bir hak. Herkesin dilediği olayda dilediği kadar üzülmeye hakkı var. Elimizde değil ki her şey! Neden tüm duygularımızın kontrolü elimizdeymiş gibi yükleniyoruz ki kendimize. Biz Tanrı değiliz. İnsanız.

Thursday 26 January 2012

Çıkılamayan Depresyon

Çıkamadım bu depresyondan. Anlat anlat bitiremedim. Anlattım, yeri geldi abarttım, abarttım ki kendime haksızlık ettiğimi görüp bir geri adım atayım, bir rahat bırakayım kendimi; ama olmadı. Aç gibi, gözü doymaz gibi dişliyorum, yiyip bitiriyorum kendimi. Kemiklerimi sıyırta sıyırta, hatta ısırıp içindeki iliklerime varasıya tüketiyorum kendimi.

Depresyondan çıkmaya da çalıştım, durup içinde ona alışmaya da; acımı sırtlayıp taşımayı da denedim, sırtımdaki yükleri atmayı da; kendimi dışarılara attım bazen, bazen de evde kalıp, durup, kendi sesimi dinledim ya da dinlendirdim kendimi; geçmişi deştiğim de unutmaya çalıştığım da oldu; dua da ettim, yas da tuttum, kayıplarımın yaslarını, geleceğe dair hayal de kurdum. Bir tek inanamadım kurduğum hayallere, geleceğin güzel olabileceğine inanamadım işte. İnanç bu, ha demekle de olmuyor. Nasıl oluyor onu da bilmiyorum. Keşke inanayım dediği şeye inanabilse insan. Kendini inandırabilse kolayca. İçimde "beni kandıramazsın" diyen inatçı mutsuz çocuğu ileride mutlu olabileceğine inandırabilsem keşke. Bir inansa olacak sanki, ama mümkünatı yok.

Bir de affedemedim ben hiç birşey için kendimi. Herşeyin sorumlusunu "Ben" yaptım baş köşeye oturttum. İş görüşmelerinde az para istememe de kızdım, iş bulamamama da kızdım, yalnız olmama kızdım, depresyonuma kızdım, mutsuzluğuma kızdım, başarısızlığıma kızdım, yalnızlığıma kızdım tekrar tekrar... Kalbim tüm bu yüklerin altında ezildi kaldı. Şimdi hiç birşey yapacak mecalim yok. Zorla yaşıyorum.

Aşk afyon gibi, olsa uyuşturacak beynimi. Uyuşturmasa da güç verir. Umut verir geleceğe dair. Toparlanırım, kendime gelirim biraz. Kendimi severim biraz. Mutluluk hormonu salgılanır azıcık. Ama yok işte. Kalbimde kocaman bir ağrı, aşık olacak halim bile yok.

Uzun zamandır bekliyorum depresyondan çıkmayı. Ölmeden çıkabilecek miyim acaba?

Tuesday 24 January 2012

Depresyon

Sanırım bazı insanlar depresyona girmeye daha yatkın oluyorlar. Genetik midir yetiştirilme tarzından mıdır bilmiyorum. Ben de o depresyona yatkınlardanım. Bir yanım hep hüzünlü ve ürkek kendimi bildim bileli. Sevdiklerime deli gibi bağlanıyorum. Az insanı alıyorum hayatıma çünkü hayatıma aldıklarımı çok derinlere oturtuyorum. Sonra kayıpların ardından derin bir melankoli, hüzünlü bir yalnızlık ve kocaman boşluklar kaplıyor içimi.

Ve depresyon. Çünkü biraz önce saydığım duyguların hiçbiri ile baş edemiyorum. Geldikleri an sonsuza kadar kalacaklarına inanıyorum. Hiç geçmeyeceklerine inanıyorum. Sonsuza kadar kanayacak içim, sonsuza kadar yalnız kalacağım, bu mutsuzluk son nefesime kadar peşimi bırakmayacak, yalnız ve mutsuz bir kadın olarak, muhtemelen de acı bir hastalıktan sefalet içinde öleceğim.

Bu noktada depresyon geliyor işte. Çaresizlik en temel besini depresyonun. Çaresiz olduğuna duyulan inanç. Beklemek ile hiçbir şeyin geçmeyeceğine duyulan inanç.

Kimi insanlar mutsuzlukları yokmuş, ya da olan kötü şeyler onları mutsuz edemezmiş gibi davranırlar. Umrumda değil aştım ben bunları gibi. Kimileri gerçekten aşmıştır. Bu aşmış olanlar için hava gayet hoştur, mutluluğu tekrar yaklayabilirler. Ama diğerleri sadece rol yapmaktadır, ve bu rol yapma mutsuzluklarını bilinçaltına iterek olayları karmaşıklaştırır.

İşte olaylar karmaşıklaşmasın diye ben mutsuzluğumla yüzleşiyorum. Ama ne yüzleşme. Bazen deli gibi abartıyotum. Yüzleştikçe kahroluyorum; kesin bunu hak edecek birşey yapmışımdır diyorum. 27 yılın sonunda bulunduğun yere bak "başarısız" diyorum kendi kendime. Sanırım yüzleşme ile kendine acı çektirme arasında ince bir çizgi var ve ben o çizgiyi baya bir aşıyorum.

Sonsuz ve koşulsuz aşka inanıyorum hala. Bazı insanların birbiri için yaratıldığına, ruh eşi diye bir şeyin var olduğuna. Hayat bana bunun var olmadığına dair örnekler gösterdi ama aslında var olduğuna ve sadece benim karşıma çıkmadığına inanıyorum.Ya da daha kötüsü bazen karşıma çıktığına ama benim bunu kaybettiğime ve bir kez daha asla karşıma çıkmayacağına inanıyorum. Kalbini koşulsuz açabileceğin, dürüstçe her düşünceni fikrini paylaşabileceğin, özgür, kısıtlamasız, kıskançlığın düşük dozlarda olduğu ve bu düşük dozlardaki varlığının kavga ve mutsuzluk değil bir cinsel enerji patlamasına yol açacağı bir ilişki. Sanırım yıllarca çok fazla türk filmi ve yabancı romantik komedi izlediğimden bu inancımı kaybedemiyorum.

Bu inanca sarılmaya çalışıyorum en derin depresyon anlarımda. Aslında yok demeyin, olmayacak demeyin bana. Çünkü ağlamıyorsam içimi kanırta kanırta, nedeni bu inançtır elimde kalan.

Tuesday 17 January 2012

Yalnızlık

Ne çok korkuyormuşum yalnızlıktan.
Terk edilmekten, yalnız bırakılmaktan, umursanmamaktan.
Kendimi tam da içinde bulduğum bu durumdan nasıl da korkuyormuşum.
Yaşıyorum, öğrenmeye çalışıyorum, şimdilik beceremiyorum.
Başka şansım olsa çoktan vazgeçerdim, pes ederdim, ama başka şansım olmadığından tekrar tekrar deniyorum.

Peki ya onlar, beni yalnız bırakanlar da yalnız. Onlar hiç korkmuyor mu?
Yalnızlık onlara koymuyor mu? Mutsuz etmiyor mu onları yalnızlık? Nasıl baş ediyorlar?
Bir de nasıl oluyor da yalnızlığı bana tercih ediyorlar. Ben o kadar mı kötüyüm...

Kalbimin üzerinde demir bir ağırlık taşıyorum aylardır. Alışmaya çalışıyorum.
Başka şansım yok.

Tuesday 3 January 2012

İçimdeki Şeytan

Tanıdığınsa daha iyidir şeytan,
Tanıyıp bilmediğin yabancı bir insandan

Ömer Hayyam

Bazen içimde farklı insanların konuştuğunu duyabiliyorum. Bunlardan birisi olabildiğine kötü, acımasız ve yaralayıcı. Beni kimse onun kadar üzemez. Benim tüm zayıf noktalarımı araştırıp bulan ve onlara acımasızca parmak basan biri o. Ona karşı güçlü duramıyorum, ne kadar zayıf olduğumu o kadar iyi biliyor ki. Kalbime bıçağı saplayıp kanırtana kadar oyuyor içimi. Çok acımasız. Beni öylesine aşağılıyor, yaralıyor, eziyor, gururumu ayaklar altına alıyor ki. Kendime acıyan bir başka tarafım da destek oluyor ona. Daha çok ezsin beni diye tüm çıplaklığımla durup karşısında sonra da kendime acıyorum.

Bugun terapiye gittiğimde konuşturdum onu. İnanın yüksek sesle söyledikleri içime fısıldadıklarının yanında az bile kalır. Yalnızlıktan bahsetti. Yalnızlığı seçmediğimi ona nasıl da mahkum olduğumu söyledi. Sanki seçmişim gibi yapığımı, ele güne karşı güçlü, yalnız kalmak isteyen kızı oynadığımı ama gerçeğin bu olmadığını söyledi. Tek başına spor yapmalar, kitapçıya gitmeler, film seyretmeler falan ne kadar da yapmacıkmış. Acımın hiç azalmadığından aksine kalbimin sürekli ve sürekli parçalandığından bahsetti. Yılbaşı gecesi kalabalıklar ve sevgililer arasında ne kadar ezik göründüğümü, oradaki insanların muhtemelen bana acıyarak baktığını, dans ederken bile komik duruma düştüğümü söyledi. Tek başıma kiliseye bile gittiğim için acınacak durumda olduğumdan bahsetti. Bu yalnızlık da benim yüzümden, benim suçum. Bana 27 yıllık kocaman bir ömür verilmiş ve o ömrün sonunda bulunduğum yer yapayalnızlık. Kendi annem babam bile istemiyorlar hayatlarında beni. Hadi bu onların suçu diyelim. Ama ya üniversitede sevgili peşinde takılmaktan tek bir arkadaşımın bile olamaması. Lise arkadaşlarımdan başka yakın arkadaşlarımın, hatta birlikte takıldığım kimselerin olmaması benim 27 yıllık başarısızlığımın ürünü işte. Sevgilimin olmaması da öyle. Nasıl davranacağımı bilmeyen, kendine bile saygısı olmayan, hatta karşısındakinden saygı görüp kendisiyle birlikte olunmak istenmesine bile sevindirik olan bir zavallıyım ben.

Ona karşı koyamıyorum. İçimde beni yıpratıp duruyorlar. Acımasız tarafım ve kendime acıyan tarafım işbirliği içindeler ve ben kendimi onlara karşı savunamıyorum. 27 yıllık hayatın sonunda yapayalnızlığım için karşı koltuğa geçip cevap vermemi istedi terapistim. Buna cevap veremem diye ağlayıp bir süre daha ne kadar boş ve her konuda başarısız bir hayat yaşadığımı kendime anlattım. 27 yıl uzun bir süre ve birçok insanın sevgilisi var, ailesi yanında, en az 3-4 koldan arkadaş çevreleri var
ve ben yapayalnız yılbaşı kutlayan ben ne diye hala yaşamaya devam ediyorum ki...

Monday 2 January 2012

Ayın Biri Kilisesi

Sonunda gittim. Hep adını duyardım, methini dinlerdim ama ilk kez, hem de tek başıma gittim işte. Birini bulmaya çalış, zamanı ayarlamaya çalış derken hep bir aksilik çıkmış sonra da unutulmuştu bu kilise mevzu. Bilmeyenler için kısaca tarif edeyim. İstanbul'da "Ayın biri kilisesi" diye anılan bir kilise var. Asıl adı Meryem Ana Kilisesi imiş. Özelliği her ayın yalnızca birinci günü o da saat 14:00 e kadar açık olması. Gidiyorsun, dilek sayın kadar anahtar alıyorsun ve dileğin gerçekleşince anahtarlarını iade ediyorsun. Kısaca bu, ama içerde daha uzunca bir rituel var tabii ki.

Düşündüm içimden, dedim ki bu gun sadece ayın biri değil, 2012 nin de ilk günü, Hıristiyanlar için kutsal olan pazar gününe denk geliyor, demek ki çok özel. Bu özellikteki bir 1 Ocak'ın tekrar pazar gününe denk gelmesi yanlış hesaplamadıysam 2017 ye gelecek ki bir 5 sene daha bekleyemem. Saat 13:00 sularında benim gibi düşünen bir insan güruhunun oluşturduğu kuyruğun sonundaki yerimi alıyorum. Sıradakiler ile "doğru mu geldim?", "burası orası mı?", "siz daha önce geldiniz mi?", "işe yaradı mı?" şeklinde üzerimdeki sınav öncesi gerginliği azaltmaya çalışan muhabbetlere giriyorum bir süre.  Evet, baya bir heyecanlıyım. İnanırsan olur özdeyişine çok bağlı olduğumdan inancımı kuvvetlendirecek olan her şeye açığım. Denemekten zarar gelmez diyorum en pragmatist (faydacı) yaklaşımımla.

İnternetten biraz araştırmıştım, ama yine de ritüeli tam bilemediğimden: önümdekileri izlerim artık, diyorum ve kendimi akan kuyruğa bırakıyorum. Anahtarlar ve mumlar girişte sol taraftan alınıyor. Anahtar almayacaksanız binanın solunda bir çıkış kapısı var oradan da girebilirsiniz. Anahtarını alan hemen 170 derece sağa dönüyor ve hoop mum sırasındasın. Mumunu yakıyorsun dileğini içinden geçirerek ve elindeki anahtarlarla havada kilit açma manevraları yapıyorsun. Ben yapmadım ama isteyenler duvarlara ve duvarda asılı cam resim çerçevelerinin kilit yerlerine de anahtarlarını sürüyorlar. Oradan aşağıya ayazmaya (çeşme ve kutsal su havuzu demek sanıyorum) iniyorsunuz. Burada dikkat: artık istikamet su, burada hala duvarlara anahtarları sürmeye devam edecekseniz arkadaki sabırsız kalabalık sizi söylenerek itekleyecektir hafiften.

Aşağı indiğinizde sağda su, solda dua yeri var. Ben suyla elimi yıkayıp ıstavroz çıkararak dua yerini pas geçtim ve merdivenlerden çıkıp papazın sırasına girdim. Istavroz çıkarmak da benim için farklı bir anlam taşıyor. Allah'ım aklım kalbim ruhum ve bedenim sana emanet demek. Küçükken Hıristiyanlar niye filmlerde böyle yapıyor olabilir diye düşünüp kendimce uydurup inandığım, Hıristiyanlık için yanlış ama benim için doğru bir anlam.

Papazın karşısına geçtiğimizde paramızı da hazır ediyoruz, beleşe kutsanmak yok öyle. Var da "Bağış yapacaksanız buraya" diye gösterilen çanağa bakıp "Ha yok yapmayacağım" denmez öyle. Papaz adınızı soruyor, bazen Türkçe sormuyor, onun için bir sessizlik fark eder ve son cümlesinin sonunda bir soru işareti olduğunu hissederseniz direk adınızı söyleyin. Ben öyle yaptım. Adınızla dua akuyor, Amin diyor, Amin diyip parayı verip çıkıyorsunuz. Çok büyük paralar değil. Anahtar, mum, dua hepsi 1'er lira. Hesap sizin dilek sayınız doğrultusunda kabarıyor.

Kilisenin bahçesinde boncukçular da var. Şans, para, aşk, okul, kariyer .. gibi yirmiye yakın kategoride boncuk var. Onara çok inanmadım, bunları satan insanlara bakıp: kelin merhemi olsa başına sürer, deyip boncukları pas geçtim. Ama 40lı yaşlarındaki bir kadının kendi yaşıtı bir arkadaşına "Koş koş koca için boncuk al" dediğini, o kadının da bu laf üzerine gerçekten koştuğunu da gördüm.

İki adet anahtarım var şimdi elimde. Biri sarımtrak, biri gümüş rengi. Biraz farklı aldım ki hangisini neye aldığımı karıştırmayayım. Hangisi olursa onu götürüp iade edeyim. Çok heyecanlıyım. Anahtarını geri getiren, bebek pusetiyle gelen insanlar gördüm. Ümitliyim. Bir de pazarlıkçıyım. Bunlar olsun hele bi, bunları geri getirdiğimde yenilerini de alırım diye ileriki dileklerimi de şimdiden planladım.

Bu günlerde hep yalnız takıldığımdan yalnızlık hissi bazen beni çok üzecek boyutlara gelebiliyor. Özlediğim insanlar var, yanımda değiller, anne baba kavramlarında çok eksik gedikler var hayatımda. Papazın kutsama sırasındayken bir an kendime ve oradaki tüm inanlara bir dışardan baktım. O insanların içinde de çok çaresiz olanlar var, birşeyleri delicesine isteyen ama elde edemediği için her türlü spiritüel yola başvuranlar var. Ama güzel olan birşey de var ki, hepimizin de ortak noktası, umudumuzu yitirmemiş olmamız. İsteyecek şeylerimizin olması. Bu bile çok önemli. Diyoruz ki Tanrı'ya: Bak Tanrım, şimdi ben mutsuzum ya, bence çocuğum olsa, işimi değiştirebilsem, koca bulsam, kaynanam yakamdan düşse, çocuklarım ÖSSyi kazansa ya da evlense vsvs. mutlu olacağım. Ona yol gösteriyoruz. Ne gülüyordur bize ha. Dur diyordur içinden, şimdi karşına senin için hazırladığım 28. yaş planlarımı koyayım da çık bakalım işin içinden. Bu sefer neler isteyeceksin acaba benden.

Hadi bakalım kolay gelsin hepimize. Tanrı dualarımızı duysun, kabul etsin, en kısa sürede cevap versin, yanımızda olduğunu ve bizi koruyup kollayacağını, bizi hiç bırakmayacağını ve bizi çook sevdiğini hep hissettirsin bize; inşallah.

AMİN

Sunday 1 January 2012

Tek başına yılbaşı

Yılbaşını birlikte kutlayabileceğim, evine gidebileceğim ya da dışarıda birlikte kutlamayı teklif edeceğim bir tek kimse yok bu yıl. herkesin planları var, annem bile planını yapmış, hatta evden çıkmadan önce teyzemi aradığımda o da şehir dışında olduğunu söylediğinden ve benim de evde yalnız başıma kalma niyetim olmadığından giydim pantolonumu, çıktım tepebaşına...

İstikamet babylon, 80ler-90lar partisi var. Biraz erken çıktığımdan oranın yakınlarında herhangi bir yere girip oturdum. Bazı yerler çok boştu onları es geçtim. Yemek de yiyebileceğim Parantez adında ufacık bir bistro gördüm. Yüksek sesli ama güzel müzik çalınan, hafif karanlık, taburelerin tepesine tünediğimiz, samimi ama laubali olmayan garsonların olduğu bir yer. Bistro kelimesini çok da anlamadan onlar kullandığı için kullandım burada ama "hmm demek bistro bu şekil birşey" diyerek anlamını da öğrenmiş oldum böylece. Tek başıma oturdum, yemek yedim, alkol oranını düşük tutarak bişeyler içtim. Üç saat falan takıldım orada. İçerisi de bir sıcaktı, benim gibi sıcak severler için süper yani. Çok çekinerek tuvaleti sordum, korkarım küçük yer tuvaletlerinden çünkü. Kötü ihtimal bir tuvaletleri olmayabilir, daha kötü ihtimal leş tuvaletleri olabilir. Buranın tuvaleti gayet geniş ve temizdi. Çok şükür diyerek hesabı da ödedim ve saat 10 gibi çıktım.

Babylon'dan ilk içeri girdiğimde üç kızla aynı masanın etrafında duruyorduk. Onlar fotoğraf çektirdiler, ben onların fotoğrafını çektim, onlar benimle birlikte fotoğraf çektirdiler falan. İşime de geliyor çünkü salonda çok az insan var ve etraftakiler bizi birlikte zannediyor. Çok da sevimli gülen kızlar. Biraz benden büyükler ama olsun. Etraf kalabalıklaşıncaya kadar onların etrafında takılıyorum..

Gayet sapım. Ama kız iseniz saplık çok da göze batan birşey değil sanırım. Bir miktar da tırsmıyor değilim hani, çünkü barda birinin asılması hatta bakmasına bile hiç gelemem. Huzursuz olurum. Zaten üst kata çıkıp kendime geniş bir alan bulana kadar dans etmek bile işkenceydi. Birinin bakması ve kazara deymesi bile tüylerimi kaldırıyor işte. Off o tanımadığı insanlara karşı flörtöz flörtöz göz süzen ve davetkar dans eden kızlardan olamadım hiç. Kendi halimde gözlerimi kapatıp dans ediyorum. Biliyorum ki şanssızım, kazara flörtöz olsam ortamdaki en çirkin ve en kazma adam gelip takılacak biliyorum. Gayet güzel bir kızım ama neden bana hoş adamlar değil de süper çirkin kazma herifler takılır hiç anlamıyorum. Ama bu daha uzun bir yazının konusu. Neyse zaten ortamda - belki de alıcı gözle değil de öcü görmüş gibi baktığımdan - hiç güzel adam da yoktu.

Bir süre sonra baktım bizim üçlü çekingen ablalar bir (1) erkek bulmuş karşılıklı dans ediyorlar. Tebrik ediyorum içimden. Ama bardan adam kaldırmak bana göre değil. Zaten niyetim de bu değil. Dans etmeye devam ediyorum. Bir üst kata daha çıkıyorum 90lar partisi var. Çok tatlı bir kız ufak bir salonda bir avuç insan için DJlik yapıyor. Kız kendinden geçmiş gibi hem birşeyler çalıyor hem muhteşem dans ediyor. Bayıldım. Ama çok duramadım orda da. Yoruldum, tek başına olmak sıkıcı geldi, evde tek başına olmaktan iyidi ama bir yere kadar. Çıktım eve döndüm.

Arkadaşımla konuştuğumda bana "barda cıvır var mı" diye sordu. Mesaj attım sonra "Benim kalbimde tek cıvır var o da burda değil tabii ki" dedim. O malum cıvırın babylonda olmadığını sevgili arkadaşım biliyordu tabii ki, hatta nerede olduğunu da.

Ben 27 yaşında güzel bir genç kadın olarak tek başıma, yılbaşı gecesi, Taksim Asmalımescit'e gittim, ve hiçbir yerim elenmeden, laf yemeden, rahatsız edilmeden geceyi tamamlayıp evime döndüm. Ara sokaklarda yürürken polisleri gördüm ve inanılmaz güvende hissettim. Taksiye de bindim, vapura da bindim dolmuşa da bindim gece boyunca. Türk kızlarının gece gezmelerini pis adamlar engellemesin, buna izin vermeyelim. Devlet de polisleri ve cezaları ile buna destek olsun. Türk kızlarının gece gezme özgürlükleri magandalar tarafından engellenmesin işte :)

Mutlu, aşk dolu bir yıl olsun 2012. Kendisinden feci halde umutluyum. Uyarıyorum umudumu kırmasın çok pis ağlarım.