Thursday 27 December 2012

Bir gün hayatına biri girecek, ve sana bunun için çok kızacak

Ah sonunda bunu da yazmamın zamanının geleceğini umuyordum.

Aklıma ilk gelen şey: 
Başarısız bir intihar girişiminin ardından, hastane odasında burnumdan hortumlar sarkarken en yakın kız arkadaşımı görmem. Bana söylediği ilk cümle: "Şu halde bile çok güzelsin" ikinci cümle de "Bir gün hayatına biri girecek ve sana, onu çok mutlu etme ihtimalini bugün riske attığın için çok kızacak."


Arkadaşlar bu günler için. Saçmaladığında, ya da dibe vurduğunda seni mutlu etmek istiyorlar. Bazen öylesine bir umut veriyorlar ki sen bile inanıyorsun.


Benim söylediğim cümle de: "Yeni bir eve taşınacağım ve çok istediğim masa takımını alacağım, beraber yemek yiyeceğiz üzerinde."

Ben kendi söylediğimi gerçekleştirdim. Ev aradım, buldum, tuttum, masa sandalye takımı aldım. Beraber yemek de yedik üzerinde.

Sevgili arkadaşımın bahsettiği olayın da en azından ilk yarısı gerçekleşti.
Şu daha önce bahsettiğim, gıyabında kız kardaşinin PR'ını yaptığı çocukla karşılaştım sonunda. Kendisine "doktor" diyelim. Bir gün kızın, "abim beni hava alanına bırakacak, öncesinde de yemek yiyeceğiz sen de gel" teklifinin üzerine atlamam ile başlayan bir macera.

Hava alanına giderken evimin köşesinden geçiyorduk. "Ben burda ineyim evim şurası zaten, saat de daha 8pm" dememe aldırmadan "Hayır olmaz öyle şey, evine kadar bırakırız seni, istersen kardeşimi hava alanına bıraktıktan sonra seni tekrar evine bırakayım, işin yoksa tabii" demesiyle, olan işimi arkada telefondan mesajlaşarak iptal etmem bir oldu. Evime kadar bırakacakmış, +1 points.

Hava alanında tuvalete gittim ve döndüğümde arabanın yerinde yelle esiyordu. Arabayı çekmişler. Benim mont, telefon, cüzdan herşeyim arabada. Kız gitti, çocuğu bulamıyorum ki o da tuvalete gitmiş, kaldım mı sap gibi. Dedim kızın yanına gidip bizim doktoru arayayım da bir yerde buluşalım. Tam içeri tekrar giriyordum ki arkamdan doktorun sesini duydum. Once upon a time müzikleri eşliğinde döndüm ve içimden pamuk prensesin, prensin onu öpüp uyandırdığı sahnedeki sözleri döküldü:"You found me..-Beni buldun.." Arkadaş beni görmesiyle birlikte montunu çıkarıp üzerime koydu. Ya bende kazak var üşümem sende gömlek var diyorum dinletemiyorum. İlla giydirdi bana montunu. +15 points. Farkettim ki puanlar exponansiyel olarak artıyor. Ama şu mont olayına erdim bittim. Tam da centilmenliği morga tıkmıştık ki, canı çıkmamış geri uyandı bildiğin.

Sonra eve dönerken doktorun Avrupa yakasındaki bir hastasına vizit yapması gerektiğini öğrendim.Biz Anadolu yakasındayız, buna rağmen beni kahve içmeye davet etti. Geç kalırsın işin varsa falan dedim, yok benim işim falan dedi. Ehi peki ehi şeklindeki sırıtışımla kabul ettim.

Kahve sonrası beni eve bıraktı ve telefonumu istedi. Hafta sonu canın sıkılırsa ara dedi. Akşam da mesaj atıp çok hareketli ama sayende çok güzel geçen bir akşamdı gibi bir laf etti.

Hafta sonu aramadım, o da aramadı. Acaba benden hoşlandı mı ki, anlamadım ki, bilemedim de, bekleyip göreyim bari, fal mı baktırsam, dua mı etsem, evrene mesaj mı yollasam, ne yapsam ne etsem... Bu sefer bari sıçmasam...

  

Friday 7 December 2012

Memleket öküz dolmuş, centilmenliğin faili mechul.

             Memleket öküz dolmuş, centilmenliğin faili mechul.

Geçen gece üniversiteden bir arkadaşım ve eşi ile dışarı çıkalım dedik. Önce onlarda yemek yedik, ardından da taksime gittik. Sadece üçümüz değil, Amerika'dan gelmiş bir arkadaşları ve bir başka arkadaşları daha vardı. Bir çift, iki erkek, bir de ben yani.

Akşam eve dönüş vakti geldiğinde bir yerden sonra bu iki erkek ve ben taksiye bindik. Gecenin saat 4ü olduğunu da özellikle belirtmek isterim. Bu sevgili arkadaşlar benim evin köşesine geldiklerinde

--"Yol biraz ters kalıyor sen burdan yürürsün dimi" dediler.
--"Ay tabiii yürürüm, siz hiç girmeyin yola" diyerek indim.

Önce bu çok normal geldi.
Sonra biraz düşündüm ve dedim ki: öküz oğlu öküzler, ben bile bir kız arkadaşımı bırakacak olsam gecenin belli bir saatinden sonra kapıya  kadar bırakır, apartmana girmesini dahi beklerim.
Pardon ama rolleri mi değiştik, yoksa siz hep mi öküzdünüz...

Sonrasında benim arkadaşlar Amerikadan gelen öküzün (kısaca Angus da diyebiliriz) benden çok hoşlandığını söylediler falan fişman. "Pardon ama" diye başlayıp, bir miktar içimden de sövdükten sonra, olayı anlattım. Bu arkadaş bu dakikadan sonra ağzıyla kuş tutsa, ya da benim için evde biraz önce ağlayarak temizlediğim örümceği de temizlese benim için bitmiştir.

Sonra bu angus bana mesaj atıp biz yemeğe çıkıyoz sen de gelsene dedi. Numaramı bizim çiftten almış. Biz hep beraber yemeğe çıktık, bu arkadaş beni tam söylediğim saatte evden aldı, 4ümüzün hesabını ödedi, beni eve bıraktı falan. Kesin tembihlenmiş. Ama taşıma suyla değirmen dönmez. Bu kendisinin angus olduğu gerçeğini değiştirir mi, hayırrr! Artık ne yapsa nafile. Ama bu onun zavallı çabalarını görüp izlemek istemediğim anlamına da gelmiyor.

Nihahahah
(Igrenç bir insan oldum mu ne yaw, arınmam lazım bi)





Thursday 15 November 2012

Matkap, Vida, Silikon ve Diğer Şekerlemeler

Dün bir yapı malzemeleri mağazasına gittim.
Matkap, elektrikli vidalama aleti, matkap uçları, çerçeve, banyo paspası, çekiç, çivi seti, tornavida seti, vida ucu seti, sıcak silikon tabancası, soğuk silikon, telli banyo rafı, karanlık ve hareket sensörlü led ışık gibi her evde mutlaka bulunması gereken ıvır zıvırlardan aldım. 12 taksit ve 4 ay erteleme ile tahmin etmeyeceğim rakamlar tuttu ama olsun.

Ben ki nalburda dolaşırken şekerci dükkanında dolaşan 5 yaşındaki bir çocuk gibi sevinçliyim; oldum olası yapı, badana, delme, vida, montaj işlerine de hevesliyim, e evde yapılması gereken ufak tefek tamirat işleri de var, alayım anasını satayım dedim. Hatta kendimi engellemesem bunlardan başka zımpara taşı, gönye tezgah, tilki kuyrugu ve adını hatırlayamadığım bir sürü alet edevat da alırdım ya, neyse...

Evde yapılması gereken işleri çıkarıp bir an önce yapmak istiyorum ama bir şey enerjimi dibe çekiyor. Bir türlü başlayamıyorum. Bütün oyuncaklarım (matkap, vida, çekiç vs) masanın üzerinde ölü gibi yatıyor. Yalnızım da hazır, ne güzel bu işleri bitireyim işte... Kışlık kıyafetleri çıkarayım, kışlık botlarımı yerleştireyim, banyo rafını takayım, valizleri yatağın altına alıp ayakkabıları üst rafa yerleştireyim diyorum, ama yerimden bir türlü kalkmak istemiyorum.

İstiyorum ki ben evde bunları yaparken evde biri olsun. Bana yardım etmek için falan değil. Konuşmak için bile değil. O sadece otursun, birşey yapmadan. Bir insanın varlığını özledim yanımda.

Bu duygunun aynısını üniversite sınavına çalışırken ve üniversitede de hissetmiştim. Annemden gelip benim odamda oturmasını isterdim. Gelsin kitap okusun, hatta isterse uzansın, ama uyumadan, bir varlık göstersin istiyordum. Ders çalışmak deyince aklıma yalnızlık geliyordu ve sırf bu yalnızlık duygusunun verdiği rahatsızlık yüzünden bile çalışamıyordum.

Yalnızlığa alışılmıyor. İnsan yalnız olmak için yaratılmamış ki. Çok zayıf, hele yalnızken ve güçlü numarası yaparken daha da zayıf.

Hayatım boyunca yalnız, daha doğrusu sevgilisiz ve eşsiz kalmaktan ve yalnız ölmekten ölesiye korktum. En büyük korkum bu diyebilirim. Yılandan korkan bir insanın yılan dolu bir çukura hapsolması gibi, ben bu yalnızlığa nasıl katlanacağım?

Wednesday 14 November 2012

Yalnızken Parasız Kalmak...

Kavga dövüş yaşıyorum hayatı.

Derdim ne?
Bi de utanıyorum ki bu kadar mutsuz olmaktan.
Hakkım bile yok mutsuz olmaya sanki.

Mutsuzluğumu yenmek için alışveriş yapıp duruyorum. Sonra aldıklarımdan nefret ediyorum. Sonra da kendimden. Internetten de alışveriş yapıyorum. Alıp alıp geri yolluyorum. Dışarı gidip bir şey alacak takaatim bile yok.

Bu internetten alışveriş siteleri depresif insan tuzağı sanki. Beni içine çekiyor, mutluluk vaadedip daha da mutsuz ediyor. Daha mutsuz ve üstelik artık parasız da oluyorum.

Parasızlık insanı ürkütüyor, korkutuyor, gelecek kaygısı yaratıyor. Bir de yalnızım; kıt kanaat anca geçiniyorum, kenara beş kuruş koyamadığım gibi artık ay sonu hesapları yapmaya başladım, başa baş bir senaryo var ve korkum katlanıyor. Yalnızlık bu korkunun kübünü alıp yanına bir de ünlem koyuyor!... 
  • Çalışmaktan soğudum. Çünkü sonsuza kadar çalışmam gerekeceğini düşünüyorum. Çünkü çalışmayı bıraktığın anda bir borç batağında boğulurum. Üstelik tek başıma, bana ne maddi ne manevi destek olacak bir ailem yokken.
  • Hastalanmaktan korkuyorum. Hastalanmak hem ekstra masraftır, hem de işsiz ve dolayısıyla parasız kalmanın ihtimalini taşır. Ayrıca yalnızım, tek başıma kendi kendime bakmam gerek. Ha, tabii ki bakabilirim kendime, ama yalnızlıkta hastalık daha da bi koyuyor.
  • Asosyal oldum. Dışarı çıkmaya korkuyorum. Tiyatroya, sinemaya gitmek bile para sonuçta. Para harcamaktan kısan biri de değilim. Çıkarsam yer içer harcarım. Eve gelince de pişman olurum biliyorum.
  • Kendimi zavallı gibi hissediyorum. Tek başıma caddede, sahilde avanak abdi gibi dolanıyorum. Sanki insanlar beni parmakla gösterip: "Aaa şuna bak tek başına aptaal aptaaal" diyorlarmış gibi geliyor.
  • Parasızlık yalnızlığımı daha da bir vuruyor yüzüme. İnsanlar birileriyle birlikte oluyor ya da evleniyorlar. Masrafları bölüşüyorlar. Artan parayı biriktirip ev araba alıyorlar. Aileleri evlenenlere yardım ediyor. Çocuğuna araba alan var, evinin peşinatını veren var, ev eşyalarını alan var vsvs.
Son madde ile ilgili bir örnek vereyim.
Ben geçen gün annem ile sonunda barıştım. Problemlerimizi konuşup halletmedik tabii ki. Sadece bir araya gelip hiçbir şey olmamış gibi konuştuk.

Annem kendisine bir Nissan Qashqai alarak arabasını upgrade edeceğini söyledi. Benim de babamdan bir araba istemem gerektiğini, devlet üniversitesine, Anadolu Lisesine ve burslu olarak dershaneye dittiğim için babama hiç okul masrafı çıkarmadığımdan onun bana bir araba almasının normal olacağını söyledi. Sonra da bana yeni ev hediyesi olarak kendisinden ne istediğimi sordu. Benim, eski sevgilimle yaşamaya başlamamdan itibaren, şu ana kadar annemden aldığım tek bir ev hediyesi var: annemde 2 adet bulunan rondolardan birisi. Bir de bana alıp sonra kıyamayıp, "Ay sen kullanmazsın zaten" diyerek geri aldığı düdüklü tencere var... Ben de kendisinden bir çamaşır kurutma makinesi istedim.

Kadın babandan araba iste diyor, kendisine Nissan Qashqai alıyor, şimdiye kadar da bana bişey almamış, çamaşır kurutma makinesi isteyebilirim herhalde dedim. "Ne kadar ki onlar" dedi. "1800tl - 2000tl arası" dediğimde yüzü baya bi değişti. Sonra bir de istediğim modelin mailini attım. Beni aradı, "yaa ben o kadar birşey düşünmüyordum" dedi. Biliyordum aslında. Kendine 50bin liralık araba alabiliyorken bana 2bin liralık birşey almayacağını. Matematiksel olarak bu, onun bencillik oranından fazla.

Bencillik oranı= Çocuğuna harcayabileceğin/ Kendine harcağabileceğin.
2,000/50,000=0.04 (Yüzde 4)

Bu oran bencillik oranı, ki yemedim yedirdim giymedim giydirdim diyen bir çok annede bu oran birden büyük iken, bazı annelerde bu oran birin baya bir altındadır. Benim annem için bu oran "Ben 200 tl civarında birşey düşünüyordum" demesinden yola çıkarak:
~250/50,000=0.005 (Binde 5)

Maddiyat önemli değil tabii ki, ama maddiyatın yarattığı bir maneviyat kesin var. Eski sevgilimin, annem babam kimse sormazken, bana, paraya ihtiyacım olup olmadığını sormasında da bir maneviyat var. İhtayacım olduğunda bana banka şifresini gönderip istersen tüm parayı al demesinde de bir maneviyat var; hakkını yiyemem o konuda. Annemin bu yaptığında da bir maneviyat var tabii ki.

Öyle bir yalnızlık işte benimki.
O yüzden bu kadar çok korkuyorum işsiz kalmaktan, parasız kalmaktan, yalnız kalmaktan...

Monday 12 November 2012

Kendimi sabote ediyorum...

Korkuyorum yalnızlıktan.

Kendi kendimi sabote ediyorum bir yandan da.
İlişki yaşama ihtimalim olan insanlardan kaçıyorum,
Beni biriyle tanıştıracakları ortamlara gitmiyorum.

Peki neden kendimi sabote ediyorum?
Hazır değilim belki de.
Peki hazır olmadığım bir şeyin özlemini çekerken, ona kavuşamamak paradoksunun acısını hak etmek için ne yaptım ben?

İntox oldum bi kere. Hastaneye yattım tansiyon düşüklüğünden. Çokça tansiyon hapı almış olmamdan mütevellit. Ondan mı cezalandırılıyorum acaba? Tanrı en azından rüyalarımızda cevap veremez mi bize? Bu mu yani sebep?

Sanki hayat bir oyun gibi. Ve ben sevgili levelini bir türlü geçemiyorum. Sevgilim olduğunda da evlilik leveline geçemiyorum. Hatta hop sevgililikten önceki levele geri dönüyorum. Sonra hırs yapıyorum. O level illa ki geçilecek. Yemeden içmeden düşünmeden oynuyorum tekrar tekrar. Ama hırs yaparken bi yandan da hoop, yerdeki lav çukuruna kafa göz dalmışım. Ellerim nasır tuttu, oynamaktan da yoruldum ama o hırs içimi kemiriyor. Yahu insan aşkı evliliği hırs edinir mi?

Bugun antidepresan kullanmama rağnem oturdum telefonda en yakın arkadaşımla konuşurken ağladım. Ki antidepresan kullanırken ağlamak zordur, gelmez bir türlü içinden. Hüngür hüngür ağladım.

Peki şimdi ne yapacağım.
Sıçtım sıçtım nasıl toparlayacağım.

Şu çocukla tanışana kadar kendimi bi açıklasam mı kıza naapsam.
Yanlış tanıdı beni, benim yüzümden hem de. Ya ben ideal sevgiliyimdir mi desem. Kesinlikle sandığın gibi şırfıntı değilim mi desem? Ya da henüz tanımadığım bir sevgili adayının yakasından mı düşsem. Dünya üzerinde hiç bana göre düzgün erkek kalmadığı hissiyatından nasıl kurtulsam.

Kafamı duvarlara mı vursam, duvarları ağzıma mı alsam, naapsam naapsam....

Tuesday 6 November 2012

30 yaş bunalımı

28 yaşındayım.

Aslında tam olarak 28 yıl, 1 ay, 19 gün, 10 saat 12 dakikalığım.
Ve her geçen saniye durdurulamayacak şekilde büyüyorum.

2013 yılına girdiğimizde daha henüz Ocak ayında olmamıza rağmen 29 diycekler bana. Ah yalnız Türk kadınının 30 yaş bunalımı, hoşgeldin bakalım.

Kedi mi alsam diye düşünüyordum. Bi o eksikti çünkü. Kedili, evde kalmış, 30 yaşında bir kız kurusu olayım. Gözlük, renkli uzun etekler ve dağınık saçlarımla konsepti tamamlarım artık. Zira geçen gün yavru kedilerini sahiplendirecek birine yazdığım maili dönüp tekrar okuduğumda bu pis gerçek çotank diye yüzüme çarptı.

"Merhaba, ben 28 yaşında, yalnız yaşayan, bekar, hiç evlenmemiş, çocuğu da olmayan bir kadınım. Şimdi de kedinize talibim."

Ben olsam bu kadında bir arıza vardır diyip vermem kedimi. Kaba tabirle bu kadına saksı bile emanet etmem. Kimse layık bulup evlenmemiş. Sevmemiş. Sevgisiz kalmış ki bir kedi bulayım da akşam onu seveyim diye bakıyor. Kısacası zavallı. İşte benim gözlerimden bana kısa bir bakış.

Tüm ilişkilerimde evlenmek istedim. Ama hiç bir erkek arkadaşım benimle evlenmek istemedi. Kimisi evleniriz diyip sonra "Manyak mısın kızım daha lisedeyiz" dedi, ki mantıklı...
Kimisi benimle sevişip sevişip, "ama sen bakire değildin, evlenmem ben senle" dedi, ki Allah olmayan boyunu devirsin.
Kimisiyle 3.5 yıl boyunca ha bu yıl ha önümüzdeki yıl evlenmeye razı gelir diye beraber yaşadım. Aykırı olduğumdan ya da evlilik karşıtı olduğumdan değil, evliliğe bir ön hazırlık gibi gördüğümden beraber yaşamak istemiştim. Ama konu komşu, eş dosta karşı da "amaaan, evlilik nedir bir imza canımmm" diyerek cool kızı oynamayı da ihmal etmedim. Bu arkadaş da yurt dışına gitti ve biz koptuk tamamen. Ki buna şu an sövemeyecek kadar kırgınım. Başka biri var dediğinde intihara yeltendim. Sonra "aslında başkası yoktu da sen gelme diye öyle dedim" dedi inandım. "E gel madem çok istiyorsun" dedi gittim. "Taşın istersen, birlikte yaşadığımız ev sana iyi gelmiyor, annem de senin boşalttığın eve taşınsın, biz yine birbirimizi seviyoruz, ama sen buraya gelme ben senin sorumluluğunu alamam, orda da cepte dur istersen ama evlenmeyiz yani ama seni de seviyorum, geve geve geve..." dedi ve ben taşınınca da herşey bitti gitti.

Şimdi önümüze bakalım diyelim.
Psikoloğumun dediği gibi "Her yaşta, ve her zaman uygun erkekler var, sadece senin hazır olman önemli".

Peki ben, hiç kırılmamışım, hiç üzülmemişim gibi nasıl seveceğim birini tekrar, nasıl mutlu olacağım; hiç kandırılmamışım gibi nasıl inanacağım birine?

Şimdi yine mi yaşayacağım herşeyi en baştan?
Birini bulup, sevip, inanıp, aşık olup, güvenip kazık yiyip, bir sonrakine güvenim eksilerde mi başlıyacağım yine.

Ya da gevrek gevrek "Ben en az beş sene daha evliliği kesinlikle düşünmüyorum, sonrası Allah kerim, keh keh keh" diyen bir öküzü benimle evlenmeye ikna etmeye mi harcayacağım bi 3 senemi daha. Yağma yok bu sefer; en baştan sezdim mi evlenmeyeceğini adamın, direk vınlarım söyleyeyim. Varsın bu sefer de onlar benim arkamdan küfretsinler. Bencil desinler, kalpsiz desinler, korkak desinler, hatta karaktersiz desinler. Salak demesinler de varsın gerisini düz gitsinler. Umrum değil. 28 yaşındayım, 31-32 olunca, hayde bre pehlivan diyip tekrar toparlanamam ben. Yine canıma kastetmesinler...

Lakin ümit etmek için bile enerji gerekiyor. Enerjim az, mecburen idareli kullanıyorum bu aralar.

Saturday 21 July 2012

Ben sana gel diyemem, "gel"in ömrü az olur !?...

Uzun süredir yazamıyorum.
Kitlendim, tıkandım.
Yoruldum belirsizliklerden.

Amerikaya gittim. Bir haftalığına. Sevdiğim adamı görmeye. Sözde kafamı netleştirip dönecektim. Ama öyle olmadı tabii ki. Salak ben. Ne bekliyordum ki.

Kafam iyice karışmış, geleceğe olan bakışım iyice bulanmış, daha kararsız, daha şaşkın, ne yöne gideceğini bilemeyen, sersem sepelek bir şekilde yurda döndüm.

Durumu özetlemek gerekirse. Biz orda seviştik, koklaştık, öpüştük yiğiştik falan. Alışverişe gittik, birçok şeyi o aldı. Güzel yemekler yedik. Bol bol sushi yemeye çalıştım tabii ki. Kendim de alışveriş yaptım. Uçak paramı vermeyi istedi, ben de aldım.

Bir akşam sadece biraz romantiğe bağladım ben. "E noolucaz biz" tribine girdim. "Ben sana gel diyemem, senin orda mutlu olduğun bi işin var, gelirsen ve biz anlaşmaz isek onun sorumluluğunu alamam" dedi. Gururum kırıldı biraz tabi. "Ayrılalım mı?" dedim. "Onu da istemiyorum, seni seviyorum" dedi. "E bok ye" diyemedim, oturup ağladım. Sonra o da ağladı. Ağlayan erkeğe de hiç dayanamam, çözüldüm yumuşadım hemen.

Şu an ev bakıyorum. Bi ev buldum. Ama kafam bok gibi karışık. Sanki dondum kaldım. Karar vermeye çalıştığımda bi ağlama tribi, bi hüzün, halsizlik ve uyku hali beliriyor bünyemde. Bünye de bi salak, zora gelince kış uykusuna yatmaya hazırlanan bir ayıcık kadar uykulu oluyor.

Şimdi..... Ben bilemedim, bilen varsa söylesin.
Asiye nasıl kurtulur?

Friday 25 May 2012

Plan - Belirsizliğin bokuna batma

Resmen boka battım.

Çok kırıldım daha da kırılamam derken öldürücü darbeyi de aldım.
"Evet hoşlandığım biri var"

Evdeki ilaçlar yetersiz geldi. Eczaneye gittim. 4-5 kutu Tansiyon ilacı aldım. Eve gelip içtim.
Öncesinde Psikoloğumu aradım, arkadaşımı aradım, ulaşamadım, bir işaret gibi geldi.
Annemi aradım, olabilir dedi.
Erkek arkadaşımı aradım tekrar,
O kadar çaresiz hissettim ki kendimi, dünya tam anlamıyla başıma yıkıldı. Devam etmek istemedim. Acının geçeceğini de bilsem o acıyı bir saniye daha yaşamak istemedim.


21 Nisanda ilk ciddi intihar girişimimde bulundum.
Hemen arkasından korktum, pişman oldum ve yaşamak istedim. Kendi deyimimle bu filmin sonunu görmek istedim. Ölümden sonra boşluk olmasından korktum, daha birçok şeyden daha korktum, tansiyonum düştü üşüyüp titremeye başladım, midem feci bulandı, bir miktar kustum, acı çektim, acı çekerek ölmekten de korktum. Uyur giderim diye düşünmüştüm halbuki.

Sonra hastane, miğde yıkanması, ambulans, başka hastane, yoğun bakım, tansiyondan bayılma gibi olaylar silsilesi ile geçti.

Yaşadım, gerçi hala kafam karışık, ne istediğimden emin değil, yaşıyorum öyle.
yazmaya bile halim yoktu ne zamandır. Daha yazacak neler var da halim yok şu anda.
Borcum olsun, daha burdayım...

Friday 20 April 2012

Dönüş biletin var mı?

Son zamanlarda içime dokunan, bana koyan çok fazla cümle var. En çok koyanı da bu sanırım:
"Dönüş bileti de aldın mı?"

Sevgi dolu bir insanım ya, kalkıp eski sevgilimin yanına gitmek istedim. Beni hala sevdiğini düşündüğüm adamın yanına. Bunu düşünüyor olmam da ayrı bir salaklık macerasına girer ya neyse. 10 saat zaman farkı olan bir yerden bahsediyoruz. 17-18 saat uçuş var. Aktarması, aktarma vizesi de cabası. Hepsini ayarladım. Havaalanından kalkan tren seferlerine bile baktım. Hediye aldım, bir de bizim hikayemizi anlatan resimli, fotoğraflı, yazılı bir defter de hazırlıyorum. Tekrar birlikte olmak istiyorum diye...

Aradım, normalde sürpriz yapmak istiyordum ama korktum. Abuk bir manzara görmekten korktum, onu orda bulamamaktan korktum, tepkisinden korktum falan. Ve mesaj atıp ona geleceğimi söyledim. Ertesi gün beni aradı ve "Gelme" dedi. Bu kadar basit. O bir zamanlar beni seven, koruyan, kollayan, üzerime titreyen, bana aşık olan adam hiçbir değerim yokmuş gibi konuştu benimle. "Hiçbir şey ümit etme" dedi. Ve son olarak da "Dönüş biletin var mı?" diye sordu bana. Uzun zamandır bu kadar üzülmemiştim. Herşey bu kadar basitmiş. Gidip gitmeme konusunda kararsız kaldım şu an. Gitmek konusunda çok emindim halbuki. Şimdi gitsem bile onu son bir kez görüp vedalaşmak için giderim. Otel ayarlamayı bile düşünüyorum. Döndüğümde de temiz yeni bir başlangıç yaparım, burda birlikte yaşadığımız evden taşınır, yeni eşyalar alır ve onunla tüm bağımı koparırım gibi hissediyorum. Şu an onu arayıp sesini bile duymak gelmiyor içimden.

Ben neden böyleyim?
Neden biri beni istemediğinde dönüp arkamı gitmek yerine ısrarla üzerine gidip bir de suratıma suratıma reddedilmek arzusu mu duyuyorum? Yoksa küçükken fazla Türk filmi izlemekten beynim sulandı ve beni gördüğünde çok etkileneceğini, aşkının depreşeceğini ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağımızı mı umuyorum?

Bazen bir cümle, bir olay ne kadar da etkiler bizi. Kararlarımızı, kaderimizi, hislerimizi. Bir cümle ile yargılamak gerekir belki de insanları, bir cümlede yaftalamak ve bir cümlede soğumak gerekir. Çok kırgınım.

Tuesday 17 April 2012

Obsesyon

Bir miktar sıkıntılı bir durum.
Bir de hassas ki sorma gitsin.
Takıntı anlayacağınız.

İnsanı deli eder, sarhoş eder, referansını kaybedersin, değerlerini, mantığını, sağduyunu alır götürür. Nerede durduğunu, nereye gideceğini bilemezsin.

Sabrın kalmaz. Aksiyon istersin, hep bir şeyler olsun, beklenilmesin, hemen olsun istersin. Zorlarsın. İttirirsin. Zor kullanabilme ihtimalin bile vardır.

Peki neden? Ne oldu da buraya düştüm? Başka insanların kenarından dolandığı bu kuyuda benim ne işim var?

Geçmişe mi gideceğiz yine? Nasıl bir çocukluk geçirdiğimize mi döneceğiz? Herşeyin eskilerle ilgisi var demek. İyi de belki burada başka birşey daha var. Bu zamanda, adanmışlıkta bir miktar şimdinin de payı olabilir mi? Obsesyonun odağındaki insanın bir kalıcılığı olamaz mı hayatımızda?

Hayat bu kadar keskin çizgilerle mi çizilmiş. Anlayamıyorum.
"Bir kere ayrılırsan, 6 ay geçtikten sonra tekrar birlikte olamazsın"
"Obsesyon yalnız ve yalnız seninle ve geçmişinle ilgilidir"
"Kıskanç ve güvensiz bir adam her zaman kıskanç ve güvensizdir"
"O kız durmamıştır bir haltlar karıştırmıştır"
"O adam 6 ayda 10 kız götürmüştür"
"Kesin bir başkası var, yoksa seni bu kadar itmezdi"

Böyle mi? Bilmiyorum.
İnanıyor muyum? Çoğuna.

Sadece boş yere kırılan kalpler var gibi ortalıkta,
Ne lafımı, ne konuyu toparlayamıyorum.
Bir ara anlatıcam, ama şimdi önümü göremiyorum...

Saturday 7 April 2012

İş görüşmesi1- Patron şirketi

Dört ay kadar bir süre işsiz kalmış ve bu süre zarfında birçok iş görüşmelerine gitmiş biriyim. Şu an işim var ve çalışıyorum ancak o iş görüşmelerinden bazısını gerçekten çok gülerek hatırlıyorum. Kimisinde ben çok komik kaçmışım, kimisinde muhabbet saçmalamış.
Ilkinden başlıyorum:

CV mi kariyer web sitelerinden bulmuş ufak çaplı bir şirket. Adını bile hatırlamıyorum. Sanırım GPS cihazları satan bir şirketti. Ben saçımı yaptırdım, şık bir şekilde giyindim ve görüşmeye gittim. beş dakika da geç kaldım ama sorun olmaz diye düşündüm. Zira onlar da beni bir yarım saat beklettiler ben sorun yapmadım yani.

Kapıdaki sekreter kadın beni içeri aldı. İçeride "Patron" diye tabir edebileceğimiz bir adam kocaman masasının arkadında oturuyordu. Ben girdim içeri, adam yerinden bile kalkmadı, masasında oturmaya devam etti. Ben elimi uzattım "Mrhaba ben Equalfinger"dedim adımı ve soyadımı söyleyerek. "Merhaba" dedi. "İsminizi alamadım" dedim O da tam net hatırlamamakla birlikte "Ben Orhan" gibi kısaca sadece ismini söyledi. Adam kimdir ne iş yapar, ben hademeyle mi görüşüyorum şu an kimle görüşüyorum tam da bilemeden başladık konuşmaya.

Adam bana işi anlattı. Benim için basit bir iş. Tenik ekiple konuşup müşteriler için kullanım klavuzu hazırlıyorsun. Ayrıca müşteri ufak tefek modifikasyonlar isterse teknik ekibe bunları anlatıp yaptırıyorsun. Koskoca Boğaziçi Elektrik Elektronik mezunu insanım, kendimi de biraz ağırdan satmak adına adam bana iş hakkında ne düşündüğümü sorduğunda "Benim qualifikasyonlarım ile işin  gerektirdiklerinin örtüşmesi de önemli" gibi bir cümle sarfettim. Adam bunu resmen poposundan anlayıp ben işe fazlayım demek isterken benim işe az geleceğimi ima ettiğimi sandı. CV me baktı, "Qualifikasyonlarınız fena değil, yapabilecek gibi duruyorsunuz bu işi" gibi birşeyler söyledi. "Aaaah, güldürme beni Orhan" demedim. sadece gülümsedim.

Eski iş yerimden neden ayrıldığımı sordu. İlk işimden artık beni tatmin etmediği için ayrıldığımı söyledim. İkinci işimden ayrılmamın ise kişisel ve özel bazı sebepleri var diye konuyu kapattığımı sanırken ben, adam tuhaf bir kontratak ile: "Bakın, ben sizi tanımıyorum, siz de beni tanımıyorsunuz, bence bunu bana söyleyebilirsiniz" dedi. O an bir kahkaha krizine girmedim tabii yine tuttum kendimi ve zaten absürt olan olay biraz daha komik olsun, ilerde gülerek hatırlarım diye başladım anlatmaya: "Ben nişanlıydım, nişanlım yurt dışında çalışmaya başladı ben de oraya gidecektim ama sonra olmadı" gibi gereksiz bir açıklama yaptım. Yeni ayrılmış kadın kolay avdır diye bir inanış var sanıyorum. Adamın o andan sonraki tavırları biraz değişti. Hatta bir an masanın altından buzlu viski çıkaracak diye çok korktum :)

Maaş beklentime konu geldiğinde dört bin net gibi bir rakam söyledim. Hatta söyler söylemez keşke beş altı bin fala deseydim de beni arama ihtimallerini iyice düşürseydim diye aklımdan geçti. Muhtemelen düşündükleri rakam iki bin gibi bir şeydi. Adam CV min üzerine bu rakamı yazdı. Ya da belki hahaha falan yazdı da ben o sırada rakamı yazdığını zannettim. Sonra iş iyice olmaz olsun diye başladım saf saf sormaya:"Özel sigortanız var mı? Yemek için sodexho ya da Ticket hangi anlaşmanız var? Servisiniz var mı?" Adam sonunda  dayanamayıp "Bakın Equalfinger Hanım, biz çalışanlarımıza bir maaş veriyoruz, bir de SSK yapıyoruz" dedi. Yüzümü buruşturup yere bakıp "Hıııı" gibi bir ses çıkardım.

Geldiğimde suratıma bakmayan adam dönerken asansöre kadar eşlik etti. Nereden taksi bulabileceğimi anlattı falan. Eşşek herif.

Neyse ki hiç aramadılar. :)

Tuesday 3 April 2012

Plan - Belirsizliği kucaklamak

Bir planım var. Anladım ki bu hayatta aksiyon bana iyi geliyor. Durmak, oturmak beklemek ve her günün bir diğerinin aynı olmasını istemiyorum. Bir film benim hayatım ve tek izleyicisi olarak bu aralar çok sıkıldım. Bir yere akmalı hayatım, değişmeli, sonra o oldu, sonra şu oldu diyebilmeliyim. Durduğu yerde durmamalı. Durdukça içim kararıyor, umutsuzluğa kapılıyorum, hatta abartmıyorum: ölüyorum. Denemeliyim, biraz çılgınlık yapmalıyım. Düşüncesi bile kalbimi karıncalandırıyor. O zaman ancak hayatımın kontrolünü elime aldığımı ve bu filmi benim yazdığımı hissedebiliyorum.

Ne yapacağım sürpriz. Biraz zamanı var anlatmamın. Niyetim, planım, programım hazır. Bir aksilik çıkmaz ise bu ay sonunda gerçekleştireceğim. Bilinmeyeni kucaklayacağım. Biraz risk alacağım. Bir miktar para kaybetmeyi, hatta sağlığımı kaybetmeyi, şimdi olduğumdan daha mutsuz ya da daha mutlu olmayı göze alacağım. Mutsuz olmak korkutmuyor ilk defa beni.

"Ama sen bunu dedin, ama sen şunu dedin ben ondan şöyle davrandım" lı ilişkilerden çıkıyorum. "Ben bunu uygun gördüm ve istediğim için yaptım" lı ilişkilere yelken açıyorum. Yeni biri yok tabii ki, ya da yeni biri var ve o benim.

İlk defa umutlu bir yazı mı yazdım ne... Sonum hayır olsun tabii ki. İşin sonunda boka batmak da var. Aksiyon istiyorum hayatımda, "ben bi zamanlar şunu yapmıştım" demek istiyorum belki de. Kimseye de söylemiyorum ki büyüsü bozulmasın. İlk defa belirsizliği kucaklıyorum ve çok umutluyum gelecekten. Ya manik depresif oldum, manik devredeyim ve sonum felaket, ya da dibe battım ve çıkmaya çalışıyorum yavaş yavaş.

Hadi hayırlısı...

Monday 2 April 2012

Orda Ne Var?

Ölümden sonra ne var?

O kadar belirsiz ki, ya bir boşluk varsa, ya da Tanrı seni sonsuz bir boşluğa koyarsa. Koşuyorun, bağırıyorsun, düşüyorsun kalkıyorsun ama hep bir sonsuz boşluktasın. Karanlık, simsiyah 3-5 boyutlu , ya da boyutsuz bir alanda tek başınasın. Mümkün değil mi sanıyorsun...
Ya da O bile yok, yok oluyorsun, hiç oluyorsun mesela. Olmaz deme, ne malum..
Tanrı yok belki, ya da terk etti seni, öbür dünyada görür müsün onu sanıyorsun..

Ne olduğunu bilen yok, anlatan var, gören yok. Gidip geldiğini iddia eden var ki, gerçekle rüyayı bazı bazı ayıramayan ben, onlara pek de inanamayacağım.

Ümidimi yitirdiğim bir anda ölmeyi istedim. Uyku hapı yuttum 6-8 tane; 8 tane de tansiyon ilacı. Uyur gibi giderim diyordum. Sonra seviklerimi bir daha görememek korkuttu beni, annemin kardeşimin eski sevgilimin üzülmeleri korkuttu, kıyamadım, boşluk - yokluk korkuttu, belirsizlik korkuttu. O an farkettim ki ümitsizliğin içinde bile minicik bir ümit varmış. Onun yok olması korkuttu beni. Yok dediğim ihtimallerin gerçekten yok olması korkuttu.

Gittim kustum. Riske attım biraz da. Ne kadarını kustuğumu bilemezdim çünkü. Riske atmak, Tanrının ellerinde uyumak gibi geldi. Ona yaklaştım ama kararı ben vermedim, ona bıraktım. Ve sabah uyandım. Beni almadı, ama bırakmış gibi de hissetmiyorum. Yaşamam mı gerek ki? Cezam mı, ödülüm mü anlamadım...

Monday 26 March 2012

son gibi bişey

"Gerçekten ölmek isteyen insan, ben intihar ediyorum demez.
Gider ölür sadece.
Artık yeter der, ama içinden. Belki, öldüğümden insanların haberi olacak mı diye düşünür. Kimin ne zaman haberi olacak diye düşünür. Nasıl haberi olacak diye düşünür. Ama o kadar.
Üzgünüm. Yaptığım seçimlerden ötürü. Herşeyi zora soktuğum için çok üzgünüm. Güçsüz olduğum için çok üzgünüm, ve sevdiklerimi üzdüğüm için en çok da."

Dun akşam yazdım bunu. Ardından tansiyon ilaçlarını içip intihar etmeyi düşündüm. Sonra eski sevgilimi aradım. Benden millerce ve saatlerce uzaktaki adamı. Beni hala seviyor, neden seviyor bilmiyorum ama seviyor işte. Benimle birlikte olmak istemiyor, en azından şimdilik. Bense onu çok özledim. Onu üzdüğüm her an için, her sözcük için, her eylem için deli gibi üzgünüm. Kendimi affedebilmem çok zor olacak, o da olursa.

Beni sakinleştirdi, yatıştırdı. Onunla konuşmaya başladığımda veda mektubu yazıyordum. Özür diliyordum beni seven insanlardan, annemden, ondan, kardeşimden. Üzülmemelerini, deymeyeceğimi yazıyordum. Hayatı taşıyacak gücüm olmadığı için dinlenmek istediğimi söylüyordum. Sonra beni hala sevdiğini söyledi. Ben kendimi sevmezken onun hala sevmesi şaşırtıcı geldi. Şu an yaralarımız ve kırgınlıklarımız çok yeni, ama uzun bir geçmişimiz var, aşık olduk, aynı evi, aynı yatağı paylaştık senelerce. İleride, ben biraz daha kendi ayaklarımın üzerinde durunca, o biraz kırgınlıklarını atınca karşılıklı birer kadeh şarap içip tekrar başlamak hakkında konuşmaya karar verdik. Bu zamana kadar da duygularımız değişir ya da hayatımıza başka birileri girerse haber vereceğiz dedik birbirimize. Yazmayı bıraktım konuşurken. Telefonu kapattığımda gözlerim şişmiş, kenarları kurumuş ve morarmıştı. İçim daha rahattı ama.

Sunday 11 March 2012

Durmak

Duygularımın her zaman farkında olabilsem keşke. Ne istediğimi bilsem, net olsam her zaman. Biri istemediğim bir şey yaptığında "Hoop!.." desem hemen, istediğimde de belli etsem. Ama olmuyor olmuyor.

Bazen öyle bir noktaya geliyorum ki kafamdan binlerce söz geçiyor. Şöyle desem, böyle desem, bunu söylesem, arasam, biraz mağrur, derdimi anlatsam, sırrımı paylaşsam. Sonra gerek yok diyorum, gururum incinir diye koruyorum aradığımda, susuyorum. Bazen bir eylemde bulunmak istiyorum, sessizce varlığımı belli etsem, kırsam döksem, sinsi sinsi gülsem kenardan, uzaktan seyretsem diyorum ama yine bir şey engelliyor beni, duruyorum. Hislerimi dinliyorum, kendimi dinliyorum. Emin olamıyorum isteklerimden, pişman olmaktan korkuyorum. Korktukça eylemsizleşiyorum, eylemsizleştikçe zaman geçiyor, içimdekileri hiç dökememekten, içimde kalıp beni kurutmasından korkuyorum. Doğru zamanı bekliyorum, gelmiyor. Cesaret edemiyorum.

Ne çok korkarmışım ben konuşmaktan, insanlara haklı olduğum yerlerde "haklıyım" demekten, hakkımı aramaktan. Ne çok korkarmışım bilmediğim insanlardan. Korkmuyormuş gibi yapıyormuşum bunca zamandır. İş ciddiye bindi mi kaçarmışım. Ama cesur olmak lazım. Haklı olduğunu bilmek ve ona inanmak lazım. Ona göre de söylemek lazım istediklerini, istemediklerini, içindekileri, söylenmeyenleri, herşeyi. Bir kerede söyleyip bu defteri kapatmak ya da ardına kadar yeniden açmak lazım.

Friday 17 February 2012

Yalnızlık Şiiri ve Düşündürdükleri

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler..
     
Orhan Veli Kanık

Bu şiiri ilk okuduğumda ortaokuldaydım. Kendimi kalabalıklar içinde yalnız hissettiğim zamanlardı. Okulda kankam yoktu, sınıfım, içinde hiç arkadaşım olmayan bir sınıfla değiştirilmişti, evde beni anlayan kimse yoktu, ailemle çoğunlukla didişiyordum, ergenliğe adım atmaya başlamıştım, göğüslerim küçüktü, hada regl olmamıştım, kimsenin beni sevmediğini düşünüyordum, kimsenin beni beğenmediğindense emindim. Ama hep bir kalabalık vardı etrafta. Sınıflar, dersler, evde anneannem kardeşim annem ve babam. Geleceğe dair umutlarım da vardı. Aşka olan inancım da. O anki yalnızlık çok da koymuyordu bana. Kalabalıklar içinde yalnız olmak ve ordan oraya koşuşturmak tecrübe ettiğim ve az acıtan bir şeydi.

Yalnız insanlar için üzülürdüm ama. Belli bir yaşa gelmiş, evlenmemiş ya da kocası ölmüş kadınlar için çok üzülürdüm. Bir de bunlar çalışmıyorlarsa evde bütün gün nasıl zaman geçiriyorlar diye düşünürdüm hep. Toplum da bunu aşılıyordu zaten, etraf bu kadınlar için "Ah.. Vah.." eden insanlarla doluydu.

Şimdi işten ayrılmamın üzerinden üç buçuk ay geçti. üç buçuk senelik sevgilimden ayrılmamın üzerinden de aynı üç buçuk ay geçti. Bir evde tek başıma yaşıyorum. Ailem var arkadaşlarım var ama gece eve tek başına dönüyor olmak içimi çok acıtıyor. Saf bir yalnızlıkla çevriliyim. Hem fiziksel hem de ruhsal. Canım çok yanıyor, belli etmiyorum. Giyinip süslenip dışarıya çıkıyorum. Gülümsüyorum. Depresif ve güçsüz yanımı göstermek istemiyorum kimseye. Bana zarar vereceklerinden değil, bazen sadece kimseyi kendi derdimle sıkmamak için, bazen de güçlü olduğumu hissettirdiği için. Ama bir yandan da duygularımı bu kadar içime kapatmak beni insanlardan uzaklaştırıyor sanki.

Kendimi sevmeye, biraz biraz affetmeye, çokça da kendime yüklenmeyip acı çektirmemeye ihtiyacım var. Başıma gelen şeylere karşı seçim şansım vardı her zaman ve o şansı hep kullandım. Ama Tanrı olmadığımı kabul etmeye ihtiyacım var. Herşeyin benim elimde olmadığını anlamam gerek. Her şey benim yüzümden değil. Değiştiremediğim ve sadece elimde olmadan başıma gelen şeyler de var. Ben Tanrı değilim. Güçlü olmak ve öyle hissedebilmek için Tanrı olmak değil, gücünün sınırlarını bilmek gerekiyor.

Wednesday 8 February 2012

İntihara Yaklaşmak

Robin Williams'ın "What Dreams May Come" filmidir beni intihardan uzak tutan şey. Cennet ve cehenneme inanırım, ve intihar edenlerin cehenneme gideceğine de. Ama bu beni intihardan uzak tutmaya yetmezdi. Filmde bir cehennem tasvir ediliyor ki, dehşet. En çok neden korkuyorsan, canını, ruhunu en çok ne yakıyorsa bu hayatta, senin sonsuz cehennemin o oluyor. Öyle ateşler falan yok yani. Beden yok ruh var ya öbür dünyada, ruhun yanıyor adeta. En çok yalnızlıksa korktuğun, sonsuz yalnızlığa gömülüyorsun mesela.

Bu yüzden şu an yalnızlık beni üzüntüden kahretse de, bunu sonsuzlaştırmaktan korktuğumdan kendimi öldüremiyorum. Bu dünyada, bunun değişme ihtimaline çok az inansam da, bu ihtimali sıfırlamaktan korkuyorum.

Ama geçen gece delirecek gibi oldum. Kimse beni sevmiyor, kimse beni istemiyor, kendi babam bile istemedi diye ağlarken, uzun süren acıdan mı, ağlamaktan mı, yoksa kalbimin ağrısından mı bilmiyorum ama hissizleştim birden. Belki de ölüm böyle bir hissizliktir dedim içimden. Buna inandırdım kendimi. Üzüntü hissetmektense hiçbir şey hissetmemek daha iyiydi. Nasıl yapmam gerektiğini düşünürken uyudum. Kendimi intihara en yakın hissettiğim andı.

Bazen de; belki geçmişte bir yerde intihar ettim ve şimdi de onun sonsuz cehenneminde yaşıyorum diye düşündüğüm de oluyor. Ara sıra yaşadığım buruk ve melankolik mutluluklar bu dünyada ara sıra iyi bir insan olmanın karşılığı, ama genel havam hep depresif. Hep çok mutsuzum.

Böyle mutsuz, umutsuz yazılar yazıyorum bir de, bunu kim niye okusun ki...

Thursday 2 February 2012

Bir Erkekte Ne Arıyorum da bulamıyorum

En son görüşmemizde psikoloğun karşısında: "Neden bir erkeğe ihtiyacım var mutlu olmak için, neden kendi kendime mutlu olamıyorum!.." diye ağlanırken gayet sakin bir şekilde: "Hayatında birini istemen normal birşey, isteyebilirsin tabii ki" dedi. Nedense aynı olay bana normal gelmezken böğüre böğüre ağlayan ben, normal denildiğinde, ha öyleyse sorun yok o zaman diyip sustum. Yaşadıklarında yalnız olmadığını bilmek, yaşadıklarının normal ve sağlıklı duygular olabileceğini keşfetmek insanı sakinleştiriyor.

Evet hayatımda birinin olmasını istiyorum. Aşık olduğum biri olsun hayatımda, deli gibi aşık olayım, heyecanlanayım, arzulayayım, aklım başımdan gitsin. Şimdi bu zor bir kısım. Bir formülü yok çünkü. Aşk çabayla, çok çalışmakla, sosyallikle, ayarlamalarla olan birşey değil. Ne kadar sosyal ortama girersen gir, ne kadar parlarsan parla, ne kadar dışadönük, hoşsohbet, seksi, havalı, güzel ya da sevimli olursan ol garantisi yok aşık olmanın. Yakışıklı, havalı, seksi, mükemmel bir adam bulsan da garantisi yok aşık olmanın. Yok işte. Aşk bir kıvılcım. Ya var ya da yok. Ya da gelir, kaçırırsın, ardından aval alav bakarsın işte.

Mükemmel erkek demişken, evet hayatımdaki erkeğin belki mükemmel değil ama benim için olmazsa olmaz özelliklere de sahip olmasını istiyorum. bunları maddeler halinde yazsam daha iyi olacak sanırım:
  • Onun da bana çok aşık olduğunu hissetmek istiyorum. Karşılıklı olsun yani hisler.
  • Kendine çok güvensin.
  • Minimum kıskanç olsun. Arkadaşlarımla gezmelerime, giyimime, içmeme arkadaşlarıma karışmasın.
  • Birbirimize herşeyimizi anlatalım ama hesap sormadan. Her söylediğimize de inanalım. Ben inanırım zaten benim için o kolay.
  • Çok iyi sevişsin. Tutku ve şehvet olsun aramızda, ten uyumu olsun.
  • Kadınları etkilemeyi bilsin. Yani bu saatten sonra çoluk çocukla uğraşmıyım. Bir kadına nasıl yaklaşacağını, nasıl davranacağını, nasıl dokunacağını falan bilsin.
  • Aldatmasın, sadık olsun. Şimdiye kadarki hiçbir ilişkimde kimseden şüphe etmedim zaten ben. Hatta tatilde koluna playboy dövmesi yaptıran ilk erkek arkadaşımdan bile. Bu konuda güven benden en başta verilir, layık olsun sadece.
  • Arkadaşlarımla iyi geçinsin, birlikte planladığımız aktivitelere gelsin. beni yalnız bırakmasın. Ben de onun arkadaşlarıyla kaynaşayım.
  • Birlikte geçirilen zamanlar gibi ayrı zamanlarımız, özel alanarımız da olsun.
  • Dans etmeyi sevsin, utanmadan kimse ona bakmıyormuşçasına deli gibi dans etsin
  • Birbirimizle konuşmaktan zevk alalım, çenemiz düşsün birlikte, konuşurken çok eğlenelim. Hatta belki sevişme sırasında bile konuşalım...
  • Benim müzik kültürüm çok yoktur, az vardır, ama zevkim vardır. Onun kültürü çok olsun, yeni müzikler dinletsin öğretsin bana.
  • Birlikte güneşin doğuşunu izleyelim, dans edelim, romantizm de yaşayalım.
  • Yanımda olduğunu hissettirsin bana, ilk siktiriboktan olayda arkasını dönüp kaçmasın.
  • Bana değer versin ama lafta değil sadece. En azından kalbime, üzüntüme değer versin...
  • Beni en ufak kötü hareketimde yargılayıp etiketlemesin. Bir anlasın, anlayışlı olsun.
  • Benimle henüz yapmadığı şeyleri özlesin, yani plan yapsın kafasında benimle paylaşmak istediği anlara dair.

Son olarak hem aşık olayım, yani o doğa üstü olay gerçekleşsin istiyorum, hem de bu doğa üstü olayın gerçekleştiği erkek yukarıdaki noktalı özelliklere sahip olsun istiyorum. Bunlar olmadan da kalbime yazık edip heyecan duymadığım biriyle birlikte olmak istemiyorum.

Tüm bunları düşünürken bir yandan da çok şey istediğimi, daha azıyla yetinmeye de kalbim elvermediğinden sonsuza dek yalnız kalacağımı, artık asla aşık olamayacağımı, aşık olsam da bana uygun biri olmayacağından bunu bir ilişkiye dönüştüremeyeceğimi, dönüştürsem de kısa sürede biteceğini falan düşünüp 27 yaşında aşk hayatımın bitmiş olmasından korkuyorum.


Tuesday 31 January 2012

Üzülmeyi Hak Etmek mi Gerekir?

Deli gibi mutsuz, ve manyak gibi depresyonda olabilirim.
Peki neden?
Eğer bu "Neden" sorusuna verilebilecek doğru düzgün bir cevabım yok ise - ki yok- burada kendime işkence etmeye başlıyorum. Benden maddi ve manevi olarak çok daha kötü durumda olanları düşünüyorum. En yakın arkadaşından kazık yemiş olanları, parasız pulsuz sokakta kalanları, sevdiğini ölüme verenleri falan düşünüyorum. Onların içinde benim gibi derin duygusal çöküntüler yaşamayan insanların da olduğunu biliyorum. Peki onlar bu kadar üzülmez iken ben sadece yalnız olduğum için bu kadar üzülmeyi, bu kadar mutsuz olmayı nasıl kendimde hak görebilirim. Bu düpedüz şımarıklık. Allah daha beter dert vermesin diyip oturmam gerekiyor aşağı. Ama duygularını mantık ve akılla bir yere kadar manipüle edebiliyorsun işte.

Zaten mutsuzken yapılabilecek en kötü şeylerden biri herhalde bu mutsuzluğu bile yaşayamamak. Duygularını yanındakilerden saklamak. İşe gidip, annene gidip, okula gidip mutsuz değilmiş gibi yapmak. Ama bundan daha da kötüsü bu mutsuzluğu kendinden saklamaya çalışmak olsa gerek. Kendine bu mutsızluğu yaşama hakkı vermemek daha doğrusu. Ama dediğim gibi mutsuzluğu yok etmiyor, sadece kendi bilinç seviyenden bile saklıyorsun bu durumda. Ya da saklayamıyorsun. Bu durumda kendi içinde bir anne ve bir çocuk yaratıyorsun. Anne çocuğa bağırıyor: "Ağlama dedim sana, kendi düşen ağlamaz, sızlanmaya hakkın yok senin, ağlama çarparım bi tane" bunları söylerken de iki eli ile çocuğun omuzlarından sallıyor onu. Çocuk, ağladığı her ne ise, onun üzerine bir de azarlanmanın üzüntüsünü yaşıyor. "Ama ağlamamı kontrol edemiyorum ki" diye sessizce ve hıçkırıklar içinde konuşmaya çalışırken suratına yediği şamarın etkisiyle sessizliğe bürünüyor. Artık dudaklarını kapatarak, nefesini hıçkırmamak için sıkarak, ara ara kesik ve derin nefesler alarak ağladığını belli etmemeyi, ağlamayı kontrol etmeyi yazık ki öğreniyor.

Peki üzülmeyi hak etme için ne yapmak lazım. Bir uzvunu mu kaybetmeli insan, ya da sokakta mı kalmalı, tecavüze mi uğramalı kahrolur derecede üzülebilmek için. Mutsuzluğu hak mı etmek lazım.

Bir skala dağıtılsın. Mutsuzluk ölçülsün ve bir birimi olsun mesela. "Mtz". 0-100 arası bir değeri olsun. Birisi babasını kaybettiğinde 50-80 Mtz arası üzülsün. İşsiz kaldığından 10-30 Mtz arası. Yalnızlıkta da en fazla 20Mtz üzülsün normal bir insan. Peki merak ediyorum; babasını kaybetmiş biri ile arabası ile kaza yapmış birinin, ya da bir sınavdan kalan ve onu en yükseğin bir altı puanla geçen iki öğrencinin mutsuzlukları eşit olamaz mı. Kısacası birinin çok kötü bir olay için hissettiği mutsuzluk derecesini, ben, çok da kötü olmayan bir olay karşısında da hissedebilir miyim? Cevap "Evet". İyiki mutsuzluğun bir birimi yok, yoksa saçman sepelek olaylara 99Mtz civarında üzüntüler duyduğum belgeleneilirdi.

Bunu en iyi çocukların üzüntülerine bakarak da görebiliriz. Bir çocuk oyuncağı kırıldığı zaman etinden et koparılır gibi hıçkıra hıçkıra ağlayabilir. Bu mutsuzluk, muhtemelen bizim bir iş yerinden kovulduğumuzda duyacağımız mutsuzluk ile eşdeğerdir. Olaylar arasında dağlar kadar fark olsa da hissedilen üzüntü derecesi aynıdır.

Toparlamak gerekirse, Mutsuzluğumuzu kendimizi telkin ederek azaltmaya çalışmamız sağlıklı bir davranış olsa da, bunu yaparken kendimizi daha da hırpalamamaya özen göstermeliyiz. Mutsuzluk da, üzülmek de bir hak. Herkesin dilediği olayda dilediği kadar üzülmeye hakkı var. Elimizde değil ki her şey! Neden tüm duygularımızın kontrolü elimizdeymiş gibi yükleniyoruz ki kendimize. Biz Tanrı değiliz. İnsanız.

Thursday 26 January 2012

Çıkılamayan Depresyon

Çıkamadım bu depresyondan. Anlat anlat bitiremedim. Anlattım, yeri geldi abarttım, abarttım ki kendime haksızlık ettiğimi görüp bir geri adım atayım, bir rahat bırakayım kendimi; ama olmadı. Aç gibi, gözü doymaz gibi dişliyorum, yiyip bitiriyorum kendimi. Kemiklerimi sıyırta sıyırta, hatta ısırıp içindeki iliklerime varasıya tüketiyorum kendimi.

Depresyondan çıkmaya da çalıştım, durup içinde ona alışmaya da; acımı sırtlayıp taşımayı da denedim, sırtımdaki yükleri atmayı da; kendimi dışarılara attım bazen, bazen de evde kalıp, durup, kendi sesimi dinledim ya da dinlendirdim kendimi; geçmişi deştiğim de unutmaya çalıştığım da oldu; dua da ettim, yas da tuttum, kayıplarımın yaslarını, geleceğe dair hayal de kurdum. Bir tek inanamadım kurduğum hayallere, geleceğin güzel olabileceğine inanamadım işte. İnanç bu, ha demekle de olmuyor. Nasıl oluyor onu da bilmiyorum. Keşke inanayım dediği şeye inanabilse insan. Kendini inandırabilse kolayca. İçimde "beni kandıramazsın" diyen inatçı mutsuz çocuğu ileride mutlu olabileceğine inandırabilsem keşke. Bir inansa olacak sanki, ama mümkünatı yok.

Bir de affedemedim ben hiç birşey için kendimi. Herşeyin sorumlusunu "Ben" yaptım baş köşeye oturttum. İş görüşmelerinde az para istememe de kızdım, iş bulamamama da kızdım, yalnız olmama kızdım, depresyonuma kızdım, mutsuzluğuma kızdım, başarısızlığıma kızdım, yalnızlığıma kızdım tekrar tekrar... Kalbim tüm bu yüklerin altında ezildi kaldı. Şimdi hiç birşey yapacak mecalim yok. Zorla yaşıyorum.

Aşk afyon gibi, olsa uyuşturacak beynimi. Uyuşturmasa da güç verir. Umut verir geleceğe dair. Toparlanırım, kendime gelirim biraz. Kendimi severim biraz. Mutluluk hormonu salgılanır azıcık. Ama yok işte. Kalbimde kocaman bir ağrı, aşık olacak halim bile yok.

Uzun zamandır bekliyorum depresyondan çıkmayı. Ölmeden çıkabilecek miyim acaba?

Tuesday 24 January 2012

Depresyon

Sanırım bazı insanlar depresyona girmeye daha yatkın oluyorlar. Genetik midir yetiştirilme tarzından mıdır bilmiyorum. Ben de o depresyona yatkınlardanım. Bir yanım hep hüzünlü ve ürkek kendimi bildim bileli. Sevdiklerime deli gibi bağlanıyorum. Az insanı alıyorum hayatıma çünkü hayatıma aldıklarımı çok derinlere oturtuyorum. Sonra kayıpların ardından derin bir melankoli, hüzünlü bir yalnızlık ve kocaman boşluklar kaplıyor içimi.

Ve depresyon. Çünkü biraz önce saydığım duyguların hiçbiri ile baş edemiyorum. Geldikleri an sonsuza kadar kalacaklarına inanıyorum. Hiç geçmeyeceklerine inanıyorum. Sonsuza kadar kanayacak içim, sonsuza kadar yalnız kalacağım, bu mutsuzluk son nefesime kadar peşimi bırakmayacak, yalnız ve mutsuz bir kadın olarak, muhtemelen de acı bir hastalıktan sefalet içinde öleceğim.

Bu noktada depresyon geliyor işte. Çaresizlik en temel besini depresyonun. Çaresiz olduğuna duyulan inanç. Beklemek ile hiçbir şeyin geçmeyeceğine duyulan inanç.

Kimi insanlar mutsuzlukları yokmuş, ya da olan kötü şeyler onları mutsuz edemezmiş gibi davranırlar. Umrumda değil aştım ben bunları gibi. Kimileri gerçekten aşmıştır. Bu aşmış olanlar için hava gayet hoştur, mutluluğu tekrar yaklayabilirler. Ama diğerleri sadece rol yapmaktadır, ve bu rol yapma mutsuzluklarını bilinçaltına iterek olayları karmaşıklaştırır.

İşte olaylar karmaşıklaşmasın diye ben mutsuzluğumla yüzleşiyorum. Ama ne yüzleşme. Bazen deli gibi abartıyotum. Yüzleştikçe kahroluyorum; kesin bunu hak edecek birşey yapmışımdır diyorum. 27 yılın sonunda bulunduğun yere bak "başarısız" diyorum kendi kendime. Sanırım yüzleşme ile kendine acı çektirme arasında ince bir çizgi var ve ben o çizgiyi baya bir aşıyorum.

Sonsuz ve koşulsuz aşka inanıyorum hala. Bazı insanların birbiri için yaratıldığına, ruh eşi diye bir şeyin var olduğuna. Hayat bana bunun var olmadığına dair örnekler gösterdi ama aslında var olduğuna ve sadece benim karşıma çıkmadığına inanıyorum.Ya da daha kötüsü bazen karşıma çıktığına ama benim bunu kaybettiğime ve bir kez daha asla karşıma çıkmayacağına inanıyorum. Kalbini koşulsuz açabileceğin, dürüstçe her düşünceni fikrini paylaşabileceğin, özgür, kısıtlamasız, kıskançlığın düşük dozlarda olduğu ve bu düşük dozlardaki varlığının kavga ve mutsuzluk değil bir cinsel enerji patlamasına yol açacağı bir ilişki. Sanırım yıllarca çok fazla türk filmi ve yabancı romantik komedi izlediğimden bu inancımı kaybedemiyorum.

Bu inanca sarılmaya çalışıyorum en derin depresyon anlarımda. Aslında yok demeyin, olmayacak demeyin bana. Çünkü ağlamıyorsam içimi kanırta kanırta, nedeni bu inançtır elimde kalan.

Tuesday 17 January 2012

Yalnızlık

Ne çok korkuyormuşum yalnızlıktan.
Terk edilmekten, yalnız bırakılmaktan, umursanmamaktan.
Kendimi tam da içinde bulduğum bu durumdan nasıl da korkuyormuşum.
Yaşıyorum, öğrenmeye çalışıyorum, şimdilik beceremiyorum.
Başka şansım olsa çoktan vazgeçerdim, pes ederdim, ama başka şansım olmadığından tekrar tekrar deniyorum.

Peki ya onlar, beni yalnız bırakanlar da yalnız. Onlar hiç korkmuyor mu?
Yalnızlık onlara koymuyor mu? Mutsuz etmiyor mu onları yalnızlık? Nasıl baş ediyorlar?
Bir de nasıl oluyor da yalnızlığı bana tercih ediyorlar. Ben o kadar mı kötüyüm...

Kalbimin üzerinde demir bir ağırlık taşıyorum aylardır. Alışmaya çalışıyorum.
Başka şansım yok.

Tuesday 3 January 2012

İçimdeki Şeytan

Tanıdığınsa daha iyidir şeytan,
Tanıyıp bilmediğin yabancı bir insandan

Ömer Hayyam

Bazen içimde farklı insanların konuştuğunu duyabiliyorum. Bunlardan birisi olabildiğine kötü, acımasız ve yaralayıcı. Beni kimse onun kadar üzemez. Benim tüm zayıf noktalarımı araştırıp bulan ve onlara acımasızca parmak basan biri o. Ona karşı güçlü duramıyorum, ne kadar zayıf olduğumu o kadar iyi biliyor ki. Kalbime bıçağı saplayıp kanırtana kadar oyuyor içimi. Çok acımasız. Beni öylesine aşağılıyor, yaralıyor, eziyor, gururumu ayaklar altına alıyor ki. Kendime acıyan bir başka tarafım da destek oluyor ona. Daha çok ezsin beni diye tüm çıplaklığımla durup karşısında sonra da kendime acıyorum.

Bugun terapiye gittiğimde konuşturdum onu. İnanın yüksek sesle söyledikleri içime fısıldadıklarının yanında az bile kalır. Yalnızlıktan bahsetti. Yalnızlığı seçmediğimi ona nasıl da mahkum olduğumu söyledi. Sanki seçmişim gibi yapığımı, ele güne karşı güçlü, yalnız kalmak isteyen kızı oynadığımı ama gerçeğin bu olmadığını söyledi. Tek başına spor yapmalar, kitapçıya gitmeler, film seyretmeler falan ne kadar da yapmacıkmış. Acımın hiç azalmadığından aksine kalbimin sürekli ve sürekli parçalandığından bahsetti. Yılbaşı gecesi kalabalıklar ve sevgililer arasında ne kadar ezik göründüğümü, oradaki insanların muhtemelen bana acıyarak baktığını, dans ederken bile komik duruma düştüğümü söyledi. Tek başıma kiliseye bile gittiğim için acınacak durumda olduğumdan bahsetti. Bu yalnızlık da benim yüzümden, benim suçum. Bana 27 yıllık kocaman bir ömür verilmiş ve o ömrün sonunda bulunduğum yer yapayalnızlık. Kendi annem babam bile istemiyorlar hayatlarında beni. Hadi bu onların suçu diyelim. Ama ya üniversitede sevgili peşinde takılmaktan tek bir arkadaşımın bile olamaması. Lise arkadaşlarımdan başka yakın arkadaşlarımın, hatta birlikte takıldığım kimselerin olmaması benim 27 yıllık başarısızlığımın ürünü işte. Sevgilimin olmaması da öyle. Nasıl davranacağımı bilmeyen, kendine bile saygısı olmayan, hatta karşısındakinden saygı görüp kendisiyle birlikte olunmak istenmesine bile sevindirik olan bir zavallıyım ben.

Ona karşı koyamıyorum. İçimde beni yıpratıp duruyorlar. Acımasız tarafım ve kendime acıyan tarafım işbirliği içindeler ve ben kendimi onlara karşı savunamıyorum. 27 yıllık hayatın sonunda yapayalnızlığım için karşı koltuğa geçip cevap vermemi istedi terapistim. Buna cevap veremem diye ağlayıp bir süre daha ne kadar boş ve her konuda başarısız bir hayat yaşadığımı kendime anlattım. 27 yıl uzun bir süre ve birçok insanın sevgilisi var, ailesi yanında, en az 3-4 koldan arkadaş çevreleri var
ve ben yapayalnız yılbaşı kutlayan ben ne diye hala yaşamaya devam ediyorum ki...

Monday 2 January 2012

Ayın Biri Kilisesi

Sonunda gittim. Hep adını duyardım, methini dinlerdim ama ilk kez, hem de tek başıma gittim işte. Birini bulmaya çalış, zamanı ayarlamaya çalış derken hep bir aksilik çıkmış sonra da unutulmuştu bu kilise mevzu. Bilmeyenler için kısaca tarif edeyim. İstanbul'da "Ayın biri kilisesi" diye anılan bir kilise var. Asıl adı Meryem Ana Kilisesi imiş. Özelliği her ayın yalnızca birinci günü o da saat 14:00 e kadar açık olması. Gidiyorsun, dilek sayın kadar anahtar alıyorsun ve dileğin gerçekleşince anahtarlarını iade ediyorsun. Kısaca bu, ama içerde daha uzunca bir rituel var tabii ki.

Düşündüm içimden, dedim ki bu gun sadece ayın biri değil, 2012 nin de ilk günü, Hıristiyanlar için kutsal olan pazar gününe denk geliyor, demek ki çok özel. Bu özellikteki bir 1 Ocak'ın tekrar pazar gününe denk gelmesi yanlış hesaplamadıysam 2017 ye gelecek ki bir 5 sene daha bekleyemem. Saat 13:00 sularında benim gibi düşünen bir insan güruhunun oluşturduğu kuyruğun sonundaki yerimi alıyorum. Sıradakiler ile "doğru mu geldim?", "burası orası mı?", "siz daha önce geldiniz mi?", "işe yaradı mı?" şeklinde üzerimdeki sınav öncesi gerginliği azaltmaya çalışan muhabbetlere giriyorum bir süre.  Evet, baya bir heyecanlıyım. İnanırsan olur özdeyişine çok bağlı olduğumdan inancımı kuvvetlendirecek olan her şeye açığım. Denemekten zarar gelmez diyorum en pragmatist (faydacı) yaklaşımımla.

İnternetten biraz araştırmıştım, ama yine de ritüeli tam bilemediğimden: önümdekileri izlerim artık, diyorum ve kendimi akan kuyruğa bırakıyorum. Anahtarlar ve mumlar girişte sol taraftan alınıyor. Anahtar almayacaksanız binanın solunda bir çıkış kapısı var oradan da girebilirsiniz. Anahtarını alan hemen 170 derece sağa dönüyor ve hoop mum sırasındasın. Mumunu yakıyorsun dileğini içinden geçirerek ve elindeki anahtarlarla havada kilit açma manevraları yapıyorsun. Ben yapmadım ama isteyenler duvarlara ve duvarda asılı cam resim çerçevelerinin kilit yerlerine de anahtarlarını sürüyorlar. Oradan aşağıya ayazmaya (çeşme ve kutsal su havuzu demek sanıyorum) iniyorsunuz. Burada dikkat: artık istikamet su, burada hala duvarlara anahtarları sürmeye devam edecekseniz arkadaki sabırsız kalabalık sizi söylenerek itekleyecektir hafiften.

Aşağı indiğinizde sağda su, solda dua yeri var. Ben suyla elimi yıkayıp ıstavroz çıkararak dua yerini pas geçtim ve merdivenlerden çıkıp papazın sırasına girdim. Istavroz çıkarmak da benim için farklı bir anlam taşıyor. Allah'ım aklım kalbim ruhum ve bedenim sana emanet demek. Küçükken Hıristiyanlar niye filmlerde böyle yapıyor olabilir diye düşünüp kendimce uydurup inandığım, Hıristiyanlık için yanlış ama benim için doğru bir anlam.

Papazın karşısına geçtiğimizde paramızı da hazır ediyoruz, beleşe kutsanmak yok öyle. Var da "Bağış yapacaksanız buraya" diye gösterilen çanağa bakıp "Ha yok yapmayacağım" denmez öyle. Papaz adınızı soruyor, bazen Türkçe sormuyor, onun için bir sessizlik fark eder ve son cümlesinin sonunda bir soru işareti olduğunu hissederseniz direk adınızı söyleyin. Ben öyle yaptım. Adınızla dua akuyor, Amin diyor, Amin diyip parayı verip çıkıyorsunuz. Çok büyük paralar değil. Anahtar, mum, dua hepsi 1'er lira. Hesap sizin dilek sayınız doğrultusunda kabarıyor.

Kilisenin bahçesinde boncukçular da var. Şans, para, aşk, okul, kariyer .. gibi yirmiye yakın kategoride boncuk var. Onara çok inanmadım, bunları satan insanlara bakıp: kelin merhemi olsa başına sürer, deyip boncukları pas geçtim. Ama 40lı yaşlarındaki bir kadının kendi yaşıtı bir arkadaşına "Koş koş koca için boncuk al" dediğini, o kadının da bu laf üzerine gerçekten koştuğunu da gördüm.

İki adet anahtarım var şimdi elimde. Biri sarımtrak, biri gümüş rengi. Biraz farklı aldım ki hangisini neye aldığımı karıştırmayayım. Hangisi olursa onu götürüp iade edeyim. Çok heyecanlıyım. Anahtarını geri getiren, bebek pusetiyle gelen insanlar gördüm. Ümitliyim. Bir de pazarlıkçıyım. Bunlar olsun hele bi, bunları geri getirdiğimde yenilerini de alırım diye ileriki dileklerimi de şimdiden planladım.

Bu günlerde hep yalnız takıldığımdan yalnızlık hissi bazen beni çok üzecek boyutlara gelebiliyor. Özlediğim insanlar var, yanımda değiller, anne baba kavramlarında çok eksik gedikler var hayatımda. Papazın kutsama sırasındayken bir an kendime ve oradaki tüm inanlara bir dışardan baktım. O insanların içinde de çok çaresiz olanlar var, birşeyleri delicesine isteyen ama elde edemediği için her türlü spiritüel yola başvuranlar var. Ama güzel olan birşey de var ki, hepimizin de ortak noktası, umudumuzu yitirmemiş olmamız. İsteyecek şeylerimizin olması. Bu bile çok önemli. Diyoruz ki Tanrı'ya: Bak Tanrım, şimdi ben mutsuzum ya, bence çocuğum olsa, işimi değiştirebilsem, koca bulsam, kaynanam yakamdan düşse, çocuklarım ÖSSyi kazansa ya da evlense vsvs. mutlu olacağım. Ona yol gösteriyoruz. Ne gülüyordur bize ha. Dur diyordur içinden, şimdi karşına senin için hazırladığım 28. yaş planlarımı koyayım da çık bakalım işin içinden. Bu sefer neler isteyeceksin acaba benden.

Hadi bakalım kolay gelsin hepimize. Tanrı dualarımızı duysun, kabul etsin, en kısa sürede cevap versin, yanımızda olduğunu ve bizi koruyup kollayacağını, bizi hiç bırakmayacağını ve bizi çook sevdiğini hep hissettirsin bize; inşallah.

AMİN

Sunday 1 January 2012

Tek başına yılbaşı

Yılbaşını birlikte kutlayabileceğim, evine gidebileceğim ya da dışarıda birlikte kutlamayı teklif edeceğim bir tek kimse yok bu yıl. herkesin planları var, annem bile planını yapmış, hatta evden çıkmadan önce teyzemi aradığımda o da şehir dışında olduğunu söylediğinden ve benim de evde yalnız başıma kalma niyetim olmadığından giydim pantolonumu, çıktım tepebaşına...

İstikamet babylon, 80ler-90lar partisi var. Biraz erken çıktığımdan oranın yakınlarında herhangi bir yere girip oturdum. Bazı yerler çok boştu onları es geçtim. Yemek de yiyebileceğim Parantez adında ufacık bir bistro gördüm. Yüksek sesli ama güzel müzik çalınan, hafif karanlık, taburelerin tepesine tünediğimiz, samimi ama laubali olmayan garsonların olduğu bir yer. Bistro kelimesini çok da anlamadan onlar kullandığı için kullandım burada ama "hmm demek bistro bu şekil birşey" diyerek anlamını da öğrenmiş oldum böylece. Tek başıma oturdum, yemek yedim, alkol oranını düşük tutarak bişeyler içtim. Üç saat falan takıldım orada. İçerisi de bir sıcaktı, benim gibi sıcak severler için süper yani. Çok çekinerek tuvaleti sordum, korkarım küçük yer tuvaletlerinden çünkü. Kötü ihtimal bir tuvaletleri olmayabilir, daha kötü ihtimal leş tuvaletleri olabilir. Buranın tuvaleti gayet geniş ve temizdi. Çok şükür diyerek hesabı da ödedim ve saat 10 gibi çıktım.

Babylon'dan ilk içeri girdiğimde üç kızla aynı masanın etrafında duruyorduk. Onlar fotoğraf çektirdiler, ben onların fotoğrafını çektim, onlar benimle birlikte fotoğraf çektirdiler falan. İşime de geliyor çünkü salonda çok az insan var ve etraftakiler bizi birlikte zannediyor. Çok da sevimli gülen kızlar. Biraz benden büyükler ama olsun. Etraf kalabalıklaşıncaya kadar onların etrafında takılıyorum..

Gayet sapım. Ama kız iseniz saplık çok da göze batan birşey değil sanırım. Bir miktar da tırsmıyor değilim hani, çünkü barda birinin asılması hatta bakmasına bile hiç gelemem. Huzursuz olurum. Zaten üst kata çıkıp kendime geniş bir alan bulana kadar dans etmek bile işkenceydi. Birinin bakması ve kazara deymesi bile tüylerimi kaldırıyor işte. Off o tanımadığı insanlara karşı flörtöz flörtöz göz süzen ve davetkar dans eden kızlardan olamadım hiç. Kendi halimde gözlerimi kapatıp dans ediyorum. Biliyorum ki şanssızım, kazara flörtöz olsam ortamdaki en çirkin ve en kazma adam gelip takılacak biliyorum. Gayet güzel bir kızım ama neden bana hoş adamlar değil de süper çirkin kazma herifler takılır hiç anlamıyorum. Ama bu daha uzun bir yazının konusu. Neyse zaten ortamda - belki de alıcı gözle değil de öcü görmüş gibi baktığımdan - hiç güzel adam da yoktu.

Bir süre sonra baktım bizim üçlü çekingen ablalar bir (1) erkek bulmuş karşılıklı dans ediyorlar. Tebrik ediyorum içimden. Ama bardan adam kaldırmak bana göre değil. Zaten niyetim de bu değil. Dans etmeye devam ediyorum. Bir üst kata daha çıkıyorum 90lar partisi var. Çok tatlı bir kız ufak bir salonda bir avuç insan için DJlik yapıyor. Kız kendinden geçmiş gibi hem birşeyler çalıyor hem muhteşem dans ediyor. Bayıldım. Ama çok duramadım orda da. Yoruldum, tek başına olmak sıkıcı geldi, evde tek başına olmaktan iyidi ama bir yere kadar. Çıktım eve döndüm.

Arkadaşımla konuştuğumda bana "barda cıvır var mı" diye sordu. Mesaj attım sonra "Benim kalbimde tek cıvır var o da burda değil tabii ki" dedim. O malum cıvırın babylonda olmadığını sevgili arkadaşım biliyordu tabii ki, hatta nerede olduğunu da.

Ben 27 yaşında güzel bir genç kadın olarak tek başıma, yılbaşı gecesi, Taksim Asmalımescit'e gittim, ve hiçbir yerim elenmeden, laf yemeden, rahatsız edilmeden geceyi tamamlayıp evime döndüm. Ara sokaklarda yürürken polisleri gördüm ve inanılmaz güvende hissettim. Taksiye de bindim, vapura da bindim dolmuşa da bindim gece boyunca. Türk kızlarının gece gezmelerini pis adamlar engellemesin, buna izin vermeyelim. Devlet de polisleri ve cezaları ile buna destek olsun. Türk kızlarının gece gezme özgürlükleri magandalar tarafından engellenmesin işte :)

Mutlu, aşk dolu bir yıl olsun 2012. Kendisinden feci halde umutluyum. Uyarıyorum umudumu kırmasın çok pis ağlarım.