Friday 30 December 2011

Evlilik

Uyarıyorum bu yazı ayık bir kafa ile yazılmamıştır. :)

İçgüdülerime hep güvendim. İçime doğan şeyleri zarar vermeyeceğini bildiğim insanlarla paylaştım genelde de. Çoğunlukla içimden çok safça geçen çok tutkulu şeylerin gerçekleştiğini de gördüm.

Bugün bir arkadaşımın annesi fal baktı bana. Çok tutkuyla istediğin birşey var ve gerçekleşiyor dedi. Bir de beni gelinlikler içinde gördüğünü söyledi. Fala tutkuyla bağlı biri hiç değilim. Ama bu güne kadar ne kimse "hadi sana bir fal bakayım" dedi ne de beni falda gelinlikle gören biri oldu.

Bugun eve dönerken yanımdaki arkadaşıma: " 'O'nunla evlenicem, dediydi dersin" dedim. Çok ciddiye amadı ama içime doğdu bugün, dediydi dersiniz :)

Sunday 25 December 2011

Uykusuzluk

Hayatım boyunca hep uykuyu çok sevdim, ama çok hasret büyüdüm ona. İlkokulda sabahçı olmak benim için dehşetti. Lisede servis şöförümüz Eray abiyi de az bekletmedim. Üniversitede sabahki dersleri seçmemeye çok özen gösterdim. Evim okuldan çok uzak olmasına rağmen akşamki dersler her zaman favorimdi. Hiç uykuya doyduğumu hatırlamıyorum. Tatillerde de yazlığa gittiğimizde annemler erken uyadırırdı, arkadaşlarla tatile gittiğimde de aman gün ölmesin diye arkadaşlar uyandırdılar beni. Sonra işe başladım zaten. Bir haftalık tatiller uyku ile ziyan edilemezdi tabii. Son işimde ne kadar insanlık dışı şartlarda çalıştığımı anlamak için ilk yazımı okuyabilirsiniz.   Ve istifa ettim.

İstediğim uzun uykular, erken yatıp geç kalkmalar için tüm şartlar sağlanmış durumda. İşim yok, beni bir süre idare edecek param var yani para derdim yok, kendi başıma kaldığım sıcak bir evim var, iş arıyorum ama bulacağıma eminim, sağlığım yerinde falan. Ama aşk acısı uyutmuyor bu sefer de beni. Bu geceyi sabah ettim evimin salonunda. Gözlerimde gram uyku yok.

Alerji ilacı mı kullanmadım, uyku hapları, soğuk algınlığı ilaçları... Bunların üçünden bir atı uyutacak kokteyller mi yapmadım. Ama yok işte. Uyku bana haram olmaya devam ediyor. Bedenim yorgun hissediyorum, ruhum paramparça. Ruhumun parçaları batıp batıp duruyor bazen, bazen de neye üzüldüğümü bile unutmuş, sadece çok üzgün ve kırık olduğumu bilerek öylece oturuyorum. Ağladığım da oluyor, ağlamadan oturup kalbimin ve kollarımın acıdan uyuştuğunu hissettiğim de.

Uyku, uyuyabildiğim zamanlarda iyi geliyor aslında kalbime de. Uyandığım ilk dakikalar benim için günün en güzel ve en mutlu dakikaları. Gerçekten nedensiz bir mutluluk bile hissedebiliyorum o zamanlarda. Ama uykuya dalabilmek tek büyük mesele.

Şu an hala çözebilmiş değilim uykusuzluk halimi. Bazen dua da okuyorum. En son iki güne bir 9-10 saat uyuyabiliyorum. Yani bir gece hiç uyumuyorum, ertesi gece, gece yarısından sonra saat 4-5 gibi yatıp 13-15 gibi uyanıyorum. Bu da bir düzendir diyip bekliyorum.

Merak ediyorum: Aşk acısının uykusuzluk yapanını geçirecek bir reçete var mı?

Sunday 18 December 2011

Aşka yer yokken

Birine aşık olmak çok zor, çok şansa bakan bir süreç. Hayatında en az bir kez gerçekten aşık olmuş olan herkes bunu bilir. Kime aşık olacağımızı seçemeyiz. Her yönü ile tam aradığımız gibi bir adam çıksa karşımıza, o ne kadar kibar, düşünceli, seksi, hayatı dolu dolu yaşayan bir adam da olsa hadi ona aşık olayım diyemeyiz işte. Planlamayla, mantıkla olmaz yani. Size çok uygun birine bir de sizin için uygun bir zamanda aşık olmanız çok çok büyük bir şanstır, aşk milyonda bir gelirse bu trilyonda bir gelir. Elimizde olmayan duygular silsilesidir aşk. Onunla ilgili eğer seçtiğimizi sandığımız birşey varsa, o da ancak aşkın akışına kendimizi bırakıp bırakmamaktır. Elimizdeki tek seçenek budur. Aşkı yaratamayız, o öyle kendiliğinden çıkar karşımıza zamanın akışı içerisinde, biz ya onunla akarız ya da kenara çekilir ve bulaşmamaya çalışırız.

Onu istediğinde yaratamamak, yokken var edememek de ona karşı açlığımızı arttırır. Bazen deli gibi isteriz hayatımızda bir aşk olmasını, bekleriz onu hep; ama kötü haber: o beklenildiği yere asla gelmez. Sizin onu artık beklemediğiniz, hayatı onsuz da kabul ettiğiniz, hatta o olmadan hayatın gerçekten çok güzel olduğunu düşündüğünüz bir anda gelir çöreklenir hayatınıza. İyi niyetli değildir yani. Doğru zamanı asla yakalamaz. Kariyerinizde önemli bir dönüm noktasındayken gelir, hayatınızda ona ayıracak zaman yokken gelir, duygusal dünyanız karma karışıkken gelir, uzun vadeli ciddi bir ilişki istemiyorum derken gelir işte. Neden böyle şımarık bir çocuk gibi en olmayacak zamanlarda kolunuzdan çekiştirip durduğunu anlayamazsınız. Onu gerçekten isteyip istemediğinizi mi sınamaktadır, yoksa hak edip etmediğinizi mi ölçmektedir bilinmez.

En olmadık zamanda gelen bu şımarık misafire istediğiniz gibi davranamazsınız çoğu zaman. Olmadık zamanda, ev hallaç pamuğu gibiyken geldiğinden, istediğiniz gibi ağırlayamazsınız. Normalde oturup karşılıklı birbirinizin tadını çıkaracağınıza alelacele evi toplamaya çalışır, onu salonda yalnız bırakırsınız. İçiniz sıkkın olur sizi böyle dağınık ve pis zannedecek diye. Zanneder de. Sizin hakkınızda doğruluk payı olmayan daha birsürü şey de zanneder. Ah keşke sizi normal şartlar altında görseydi...

Bazen bu doğru zamanda gelmemesinin bedelini birlikte ödersiniz. Yeniden başlamak mümkün müdür bilinmez. Ama olmasını dilersiniz. M.F.Ö. nün şarkısındaki gibi "Bu sefer korkmadan, koklayıp birbirimizi çöpe atmadan". Ama zaman gerekir. Önce bir yokluğu ile tanışmalı, onu özlemeli, kıymetini anlamalısınız. Burnunuz sürtmeli. Aşkın çirkin yüzünü de görmelisiniz. Belki asıl sınav şimdi başlıyordur. Onun acısına katlanmanız, bu acıya rağmen çirkinleşmeyip aksine güzelleşmeniz, aşkı hala içinizde korumanız, saflığınızı muhafaza etmeniz gerekir. Aşkı her yönüyle kabullenip istemeniz gerekir. Sonunda geri gelir mi bilinmez. Bir de bilinmeyeni kucaklayacaksınız işte!..

Aşka yer yokken canınız sıkılabilir. Onun boşluğunu cinsellikle, hiçbirşey hissetmediğiniz insanlarla flört ederek doldurmaya çalışabilirsiniz. Kötü haber: boşluk büyür. Kalbe yazık edersiniz. İnsanın kalbi yorulur. Yalnızlık ve kendinle yüzleşme daha da zor olur. Ama aşkın bir meteor gibi düştüğü hayatınızdaki boşluk öylesine büyüktür ve öylesine acı verir ki acıdan kıvranmamak için her türlü morfini çok da düşünmeden yutarsınız. Yazık olur.

Hiçbir acı sonsuza dek sürmez, ve Tanrı kimseye taşıyabileceğinden fazlasını vermez. Avunmak için daha pek çok söz vardır, bulur oraya buraya yazarsınız. Zaman geçer. İzleri tortuları elbette silinmez. Acısı hafifler ama. Unutulur biraz da.
...
Taa ki aşkın bir sonraki ziyaretine kadar, tabii eğer yeterince şanslıysanız...

Tuesday 13 December 2011

Cennet ve Cehennem üzerine

İntihar etmenin insanı direk cehenneme götürmeyeceğini bilsem şimdiye kadar elli kere hayatıma son vermiştim. Cehennem ateş belki, ama Allah'a yakın oluyorsun, ben bu dünyada çok ihmal edildim, ona çok uzak kaldım diye tıpkı şımarık bir çocuk gibi düşündüğüm de oldu.


Beni intihar etmekten vazgeçiren en önemli şey ise izlediğim bir film aslında. Robin Williams'ın oynadığı "What Dreams May Come", ya da Türkçe'ye çevirilmiş hali ile "Aşkın Gücü". Filmde kullanılan cehennem tasfiri beni inanılmaz etkilemişti. Herkesin cehennemi farklıydı orada. Kimi insanlar için boyunlarına kadar çamura gömülmekti cehennem, kimi insanlar için ise sonsuz bir yalnızlık. Ben ki en çok yalnızlıktan, terk edilmekten, istenmemekten, bırakılmaktan ya da başka birine tercih edilmekten korkarım bu hayatta, o zaman benim de cehennemimin öyle olma ihtimali vardı. Kutsal kitaplarda bahsedilen cehennem ateşinde dünyada bıraktığımız bedenimizin değil, bir metfor olarak ruhumuzun yanmasından bahsediliyor olabilirdi. İşte bu düşünce, ne kadar acı çekersem çekeyim, bu acıyı sonsuzlaştırmaktan korkmama ve intihar düşüncesini bir opsiyon olarak kullanamamama sebep oldu.


Bu aralar çok acı çekiyorum. İşim yok, sevgilim yok, geleceğe ait planlarım yok, bunları tekrar elde edebileceğime dair güvenim de yok.  Hepsi birden birkaç ay öncesinde varlardı ve aniden yok oldular. 27 yaşındayım ve 30'a 3 kala bunlar bir kadın için çok ağır geliyor. Acıdan bazı geceler uyuyamıyorum, bazı geceler ise sabaha karşı yatıp güneş batıncaya kadar yataktan çıkmıyorum. Kendimi hayat tarafından reddedilmiş hissediyorum. Ben Tanrı'nın bir başarısızlık örneğiyim. İlişkiler konusunda, iş ve kariyer seçimi konusunda, yaşamdan zevk alma konusunda, güçlü olma konusunda. En iyi okullardan en iyi bölümlerden mezun olmak; aşık olduğun adama safça içini açabilme güdünü korumak; ortalamanın üstü güzellikte bir kadın olmak; 3 sene her hafta analitik psikoterapi görmek; çevrende seni seven arkadaşlarının olması; sevgilin ile zamanında aynı evi paylaşabilecek özgürlüğünün olması; bunalıma girmemek için sinemaya, tiyatroya, konserlere, gece klüplerine gitmek; kendini oyalamak için kitaplar okumak, yürümek, yogaya gitmek, masaja gitmek hiçbiri hayattan zevk almamı sağlamıyor. Hayattan tekrar zevk alabileceğime dair inancım da yok malesef. Tekrar aşık olabileceğime dair inancım yok, aşık olsam da doğru erkeğe aşık olabileceğimi sanmıyorum. İş ve kariyer konusunda da kafam toz ve gaz bulutundan ibaret.

Şimdi Robin Williams'ın "What Dreams May Come" filmi yine önümde duruyor. Bu sefer de cennet kavramı kafamı çok kurcalıyor. Bu aralar yaşadığım acıdan çıkış yolu aradığım için ölüm opsiyonunu zorlamak istiyorum biraz. Diyelim ki öldüm, yani ben intihar etmedim ama kahrımdan öldüm diyelim. Hık diye gittim mesela. Farazi olrak konuşuyorum; Allah tüm günahlarımı, özgür cinsel yaşamımı, açık saçık giyinmelerimi de affetti ve beni cennete göndermeye karar verdi diyelim. E ben mutsuzum ama, sevdiğim adamı istiyorum, ama o beni istemiyor, yani birlikte olmak istemiyor benle. Bu nasıl cennet? Ben nasıl mutlu olucam orda? En büyük korkum zaten yalnız kalmak; yeşillikler, meyveler, istediğim herşey var ama istediğim adam yok; yalnızım. Gel de çık işin içinden. Bu aralar buna çok takmış durumdayım. Bir cevap arıyorum. Kur'an a başvurmayı da denedim. Yasin suresi 55-56-57 numaralı ayetler:

55-"Şüphesiz cennetlikler o gün nimetlerle meşguldürler, zevk sürerler." (e ben tek başıma zevk süremiyorum ki sıkıntı orda, benim derdim içimde, ölünce bitmedi ki nasıl olucak??)

56-"Onlar ve eşleri gölgelerde koltuklara yaslanmaktadırlar." (İşte bu! Onlar ve eşleri, ben naapıcam peki yalnız yalnız, yalnızlık duygusu kavurur beni, şimdi cennette miyim yani ben? bu benim için özel yapım cennet görünümlü bir cehennem olmasın? Herkesin çifti yanında varsa demek ki bu dünyadaki sevmek, aşık olmak gibi insani duygular da orada hala geçerli. Herkes bir başına değil çifti olanlar çiftiyle birlikte, yalnız olanlar sadece cehennemlikler mi yoksa)

57-"Onlar için orada meyveler vardır. Onlar için diledikleri her şey vardır." (Benim dileğim sevdiğim adam ise noolucak, o yok yerine portakal verelim mi diyecekler? Diyelim ki o da beni istemiyor, bana ona benzeyen bi adam verip kandıracak mı Allah beni -ki hiç istemem ve bana böyle bir haksızlık yapmaz diye umuyorum-, ya da ne olacak?)


Bu soruların cevaplarını da henüz bulabilmiş değilim. Ya da Cennet ve mutluluk kavramlarını örtüştürmekte mi hata yapıyorum acaba? Ama zevk sürerler diyor, e bu mutluluk demek değil mi? En iyisi ben biraz daha düşüneyim, biraz daha okuyayım. Ama yaptığım hesaplar doğru ise; cennete gitme ihtimalim doğrultusunda, şu an bu kadar üzgünken orada mutlu olma ihtimalim bulunmayacağından, bir süre daha ölemeyeceğimi düşünüyorum.

Daha acılar var benim için bu dünyada yaşanacak, belki bittiklerinde yerlerine güneş açar yeniden...

Saturday 3 December 2011

Çocuğa dayak

Çocukluğuma dair hatırladığım çok mutlu anılarım yok. Keşke olmasaydı dediğim birçok anı var sadece; ve bunları değil yazmak, tekrar düşünmek bile çok zor. Ama yazdıkça iyi hissedicem kendimi, paylaştıkça iyi oluyor, hem benim için, hem de benzer şeyleri yaşamış birileri varsa orda, onlar için.

Kadından çok çocuğa karşı şiddet dolu bir evde büyüdüm ben. Çocukken babam beni dövmeye başladığında altıma kaçırdığım için tuvalete oturtup dayağa öyle devam ederdi. Dayağın sebebi olmaz gerçi ama şiddetin nedenlerini ve boyutlarını anlamak için bu sebepleri anımsamaya çalışıyorum. Kimi zaman yemek yemediğim, kimi zaman da birşeyleri tutturup inat ettiğim için dayak atarlardı bana. Büyüdükçe eteğimin boyu ve sabah kalkıp babama kahvaltı hazırlamadığım için de dayak yedim. Çok uzun bir süre hiçbir erkek arkadaşımın kemerini çıkarma sahnesine bile bakamadım. Sadece fiziksel değildi şiddetin boyutları, psikolojik şiddet de vardı. Hakaretler, güven kırıcı sözler hala bile içimi burkar hatırladıkça.

Bu şiddetin İstanbul'un orta yerinde doktor bir anne ve kadın doğum uzmanı bir babanın evinde yaşandığını da çok geçmeden belirtmek isterim. İnsanlar dışardan baktıklarında anlayamazlardı içerideki şiddeti. Gizli saklıydı yaşadığımız şiddet. İlkokula başladığımda, daha altı yaşındayken tüm okul arkadaşlarıma teker teker evde dayak yiyip yemediklerini sorduğumu hatırlıyorum. Hepsi dayak yemediklerini söylemişlerdi. O zaman yaşadıklarımın "normal" olmadığını farketmiştim. Bu normal kavramını tam açıklayamasak da herkesin içinde bir "normaller" silsilesi var ve dayağı bu listeden daha o yaşta çıkarabildiğim için çok şanslı hissediyorum kendimi. Eve gelip olanları anneme anlattığımda, ve bana, arkadaşlarımın yalan söylediğini ve aslında herkesin dayak yediğini söylediğinde ona inanmadım. Çünkü ben doğruyu söylemiştim herkese, çocuk aklıma göre onlar da bana doğruyu söylemiş olmalıydılar. Benim tüm sınıfa evde dayak yediğimi söylemem annemi sinirlendirdiğine göre asıl dayak atmak utanılacak birşey olmalıydı.
İlkokul 5. sınıf öğrencisi iken geleceğe dair çok uzun planlar yapmıştım. Evde kalıp dayağa ve psikolojik şiddete katlanmamın tek sebebinin kendime yetecek kadar paramın olmaması olduğunu biliyordum ve bu şiddetten kaçabilmek için çok para kazanmam gerekliydi. Onun için çok çalışıp iyi bir Anadolu Lisesi'ne, oradan da iyi bir üniversitenin en iyi bölümlerinden birine girecektim ve mezun olduğumda iyi para kazanabilecektim böylece. Para sayesinde arkamı dönüp gidebilecektim. Önce Nişantaşı Anadolu Lisesi, oradan Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümlerini bitirdim. Ardından Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünde masterımı tamamladım. On bir yaşındaki o küçük kızın planlarına çok uzunca bir süre sadık kaldım. Şimdi işimden mutlu muyum, hayır. Hayatımdan dayağı çıkardığında muhtemelen bambaşka bir kariyerim olurdu. Ama kimseyi suçlamıyorum. Seçimler ve sorumluluk yine de tamamen bana aittir.

Ortaokul ikinci sınıfın yazında sırtımdaki kamburluktan ötürü fizik tedaviye gidiyordum. Üç aylık bir sürecin ikinci ayını tamamlamak üzereydim. Genelde babam evden çıkmadan yataktan kalkmamaya alışmıştık kardeşimle. Korkuyorduk ondan. O sabah yine yataklarımızda beklerken babam aniden odama girdi ve yataktan beni sürükleyerek kaldırdı. On üç - on dört yaşlarındaydım. Erken kalkıp ona kahvaltı hazırlamadığım için kızgındı bana. Dişlerini sıkıp ağzından tükürükler saçarak konuşuyordu. Bense çoktan öğrendiğim gibi sadece susuyordum. Bir süre birkaç tekme ve tokattan sonra sinirinin geçtiğini sanmıştım. Ama yanılmışım. Yavaş hareketlerle kapının arkasında asılı duran pantolonunu aldı ve kemerini sıyırarak çıkardı. Çok uzun bir süre hiçbir erkek arkadaşımın kemer çıkrma sahnesine katlanamadım bu yüzden. Cinsellik, dayak, baba ve erkek arkadaş kavramları uzun bir süre birbirine karıştı hep kafamda. Bu sefer bir cezalandırıcı gibi dövüyordu beni. Dayağın iki türü olduğunu keşfettim o anda. Biri başlangıçtaki gibi hırs ve sinirle atılan dayak, diğeri bir psikopatın karşısındakini ezmek ve cezalandırmak için attığı dayak. Araya girmeye çalışan yedi yaşındaki kız kardeşim de kemerden nasibini almıştı. O küçücük kalbi ve bedeniyle araya girmeye çalışması hala çok duygulandırır beni. Ertesi gün oldu ve ben fizik tedaviye gittim. Hiçbir hareketi yapamadığımı gören fizyoterapist kadın bana ne olduğunu sorduğunda sırtüstü düştüğümü söyledim ona. Sırtıma bakmak istedi, önüne oturdum, sırtımı açtı, morarmış kemer izlerini gördü ve hiçbir şey söylemedi. Ben de hiçbir şey söylemedim. Şimdi düşünüyorum da benim önümde sırtında kemer izleri olan on üç yaşında bir kız otursa birşeyler yaparım. Bir insan olarak, karışmaya hakkım var, hatta karışma ve birşeyler yapma "sorumluluğum" var. Bu aile içinde kalacak bir konu değil, hukuki ve ahlaki boyutları olan bir insan istismarı. Babamı polise şikayet etmeyi düşündüm. Bunu anneme söylediğimde bana şiddetle karşı çıktı. Bağırıp kızarak sindirdi beni. Babamın yanında yer alarak karşıma geçmiş oldu böylece. Şimdi ondan korktuğum ve polise gitmediğim için çok pişmanım.

Dayak konusunda anlatılacak o kadar çok şey var ki, düşünceler kafamda uçuşuyor ve dökülürcesine yazıyorum. Bazı olaylar çok kanıksanmış, bazıları ise çok yer etmiş kalbimde. Ama ben çok şanslıydım. Bunu normal kabul etmediğim için çok şanslıydım, bundan kurtulma motivasyonu ile de çok şeyler başardım. Çok zor işlerde çok zor şartlarda da çalıştım. Ama çok da korktum hayattan. Erkeklerden de çok korktum. Şimdi biraz da yardım alarak çözümlüyorum bunları. Babamla hiç görüşmüyorum ve tek başıma korkularımdan sıyrılmaya çalışıyorum. İnsan gibi yaşama şansım da var şimdi. Yıllar sonra. Şükürler olsun...